10/25/2013

Yeşil Tüketime Bakış Açımız



Türkiye Sürdürülebilirlik Akademisi, sürdürülebilir bir geleceğin ancak ekonomik, toplumsal ve çevresel alanlarda yapılacak çevre dostu girişimlerin bir araya gelmesi ile elde edileceğine inanarak bu yolda önemli çalışmalar gerçekleştiren bir sosyal girişim. Akademi, sürdürülebilir gelecek ve kalkınma için farklı sektörlerde sürdürülebilirlik dönüşümünü hızlandıracak bilgilendirme ve bilinçlendirme çalışmaları yapıyor. Gelin yakından bakalım...

Alışverişte karşımıza çıkan ürünler arasından hangilerini tercih edeceğimizi hangi kriterlere göre karar veriyoruz? Bu ürünlerden çevreci olanlarını tercih edip etmeme arasında nasıl bir düşünce planından sonra sonuca varıyoruz?

Sürdürülebilirlik Akademisi’nin tüketici davranışlarını daha yakından anlamamıza yardımcı olması için hazırladığı çalışmalardan biri, tüketicilerin yeşil tüketim alışkanlıklarını ve bu ürünlere yaklaşımını ortaya koyan Yeşil Tüketim Araştırması. 2011 yılında 15 farklı ilden 1487 kentli tüketicinin katılımı ile gerçekleştirilen çalışma, Türk tüketicilerin çevreci ürünleri satın almak istediğini ancak pahalı ve yetersiz bulduğunu gösteriyor. Esas amaç Türk tüketicisinin “çevreci tüketim” konusundaki davranışlarını, beklentilerini ve satın alma alışkanlıklarını anlamak ve bu alandaki davranışlarının ne kadar çevreci bilince dayalı olduğunu ölçmek olsa da, çalışmadan elde edilen sonuçlar gerçekten ilginç.

Yeşil Tüketim Araştırması, “yeşil ve çevre dostu ürün” denilince tüketicilerin yarısının aklına geri dönüşümlü ürünler geldiğini; tüketicilerin yüzde otuz altı (36%)’sının organik, yüzde otuz iki (32%)’sinin ise “enerji tasarruflu” ürünlerin çevre dostu olduğunu düşündüğünü belirtiyor.

Tüketiciler çevre konusunu önemsemelerine rağmen, bu konudaki düşünceleri ile davranışları büyük oranda farklılık gösteriyor. Satın alacakları ürünlerin yeşil ve çevre dostu olması gerektiğini düşünenlerin oranı yüzde yetmiş (70%)’den fazla olsa da, sıklıkla yeşil ve çevre dostu ürün satın alanlar yüzde yirmi (20%)’den az. Öte yandan tüketicilerin yüzde elli dört (54%)’ü “yeşil ve çevre dostu ürün tüketmeliyiz” fikrini destekleyerek bilinçli olduğunu vurgulasa da, hiçbir zaman çevre dostu ürün almıyor!

Bu çalışma ülkemizde yapılmasa da, halkımızı ele alan benzer bir çalışmanın çok yakın sonuçlar çıkaracağı görüşündeyim. Bu durumda sorulacak tek soru şu: Çevreyi önemseyen ve yeşil ürünlerin gerekli olduğunu düşünen Türk halkı neden iş bu ürünleri satın almaya gelince geri çekiliyor?

Esas neden istememek değil alamamak! Çünkü çevreci ürünlerin fiyatları, çevreci olmayan benzerlerine kıyasla daha yüksek. Buna göre tüketicilerin yarısından çoğu, yeşil ve çevre dostu ürünleri isteseler de yüksek fiyatlarından dolayı alamıyor. Bir diğer neden, yüzde yirmi altı (26%) tüketicinin belirttiği, çevreci ürünlerin sunduğu sınırlı çeşit olanakları. Çevre dostu ürün çeşitlerinin çok sınırlı olduğunu düşünen bu tüketici grubu, raflarda daha fazla yeşil ürün görmek istediğini belirtiyor. Son olarak yüzde yirmi (20%) tüketici ise, yeşil olduğu iddia edilen ürünlerin bu doğrultuda yeterli bilgi sunmadıklarından dolayı güvenilirliklerini sorguluyor.

Genel olarak daha çok firmanın çevre alanında yürütmeye başladığı çalışmalar ile genişleyen yeşil ürün yelpazesi, tüketicilerin bu sektöre olan güveninin artmasında büyük rol oynuyor. Yapılan çalışmalara paralel olarak artan bilinç, tüketicilerin marketteki ürünlerle ilgili daha detaylı bilgi verilmesi talebini de karşılayarak, bu sektörde ismini duyurmaya çalışan markalara iyi bir yol haritası oluşturabilecek.

Ülkemizde henüz tam anlamıyla yerleşmiş olmayan yeşil ve çevre dostu ürünlere olan talebin artması için gerekli adımlar atılmalıdır. Bu yolda geliştirilecek ürünlerin enerji tasarrufu sağlaması gerektiği görüşünde olan tüketicilerin de istekleri doğrultusunda, uygun fiyatlandırma, gerekli bilgilendirme, ve yeterli çeşitlendirme olanakları ile sürdürülebilir tüketimde önemli adımlar atmanın zamanı çoktan geldi!


Çise Ünlüer (27 Ekim 2013)
ciseunluer@gmail.com

10/18/2013

(Kırk) Yediden Yetmişe



Grönland, İzlanda, Antarktika, Alaska, ve Alpler... iklim değişikliği gerçeğinin en büyük kanıtları!

Dünyanın büyük bir kısmını kaplayan buzullar göz göre göre ortadan kayboluyor. Bu değişimleri gözlemlemek amaçlı buzul kıyılarına yerleştirilen güneş enerjisi ile çalışan fotoğraf makineleri, normal şartlarda oldukça yavaş gerçekleşen buzul hareketlerinin, iklim değişikliğine bağlı olarak çok daha hızlı gerçekleştiğini kanıtlıyor.

Buzulların bilim dünyasında nefes alan ve hareket eden varlıklar olarak değerlendirildiğini biliyor muydunuz? Kış aylarında yağan karla büyüyen, bu zamanlarda nefes alan buzullar; yaz aylarında erir ve nefes verir. Buzullar, üzerlerindeki yük ağırlaştıkça akmaya başlar ve bu şekilde hareket eder. Hareket etmeyen buz yığınları buzul olarak nitelendirilmez. Sanayileşme öncesi zamanlarda, yakınlarındaki yerleşim yerlerini tehdit ettikleri için bu noktalarda yaşayan insanların korkulu rüyası olan buzullar, yirminci yüzyılda turisterlerden rağbet görmeye başlar.

Bu alanda yıllardır toplanan veriler, dünyanın farklı noktalarının geçmişte küçük ve büyük buzul çağlarından geçmiş olduğunu gösteriyor. Bu da yer yüzündeki iklimin büyük değişimlerden geçerek çok farklı haller alabileceğini kanıtlıyor. Ancak geçmişle bugün arasındaki en büyük fark, insanların iklim değişikliğinde oynadığı büyük rol! Bugün dünyada insanlar olmasa veya iklim sadece doğanın kontrolünde olsa, birkaç bin yıl sonra yeni bir buzul çağının yaşanabileceğini biliyoruz. Ancak bizim takip ettiğimiz, ve dünyadaki tüm gaz, kömür, ve petrol gibi yakıtların atmosfere karışmasını içeren yol, buzulların eriyerek yok olmasını da beraberinde getiriyor.

Geçtiğimiz hafta, yüzde doksan beş (95%)’inden insanların sorumlu olduğu küresel ısınmanın yakın gelecekte bizi nasıl etkileyeceğine değinmiştik. Diyelim bildiğimiz gibi yaşamaya, yani yıllardır sürdürdüğümüz alışkanlıklarımızla dünyaya zarar vermeye devam ettik. Sonuç? Hızla yaklaşan bir son! Sera gazlarının önüne geçmez veya farklı girişimlerle salınım miktarlarını azaltmazsak, biyolojik ve sosyal açıdan kritik bir dönüm noktası bizi bekliyor.

Sera gazlarının atmosferdeki miktarlarının kontrolsüz bir şekilde artması ile gittikçe artan etkilerini hissettiğimiz küresel ısınmanın, insanların yoğun bir şekilde yaşadığı şehirleri yakından etkileyeceğine garanti gözle bakılıyor. İklim değişikliğine neden olan insan aktivitelerinde hiçbir gerileme sağlanmadan devam edilmesi durumunda, atmosferdeki sıcaklık artışının 21. yüzyılın ortalarında rekor seviyelere ulaşması ve dünyadaki birçok şehrin 2047’de yaşanmaz hale gelmesi bekleniyor.

Bu değişimden en çok dünyadaki tropikal bölgelerin etkileneceği öngörülüyor. En çok tehlike altında görülen şehirlerden Mexico City’de 2031’de, Jakarta ve Lagos’da 2029’da, Bogota’da ise 2033’te insan yaşamının devam etmesi çok zor bir hal alabilir. Özellikle canlıların dünyadaki varlığı üzerinde büyük etkiye sahip olan Amazonlar gibi büyük ormanlar ve milyonları besleyen balıkların yetiştiği mercanların en büyük tehlike altında olduğu belirtiliyor. Bu durumda karşılaştığımız yol ayrımında iki seçeneğimiz var: ya küresel ısınmaya adapte olacağız ya da dünyadaki varlığımızın hızla yok olmasına göz yumacağız.

İklim modellemelerinden yola çıkan bilimsel araştırmalar, yakın gelecekte yaşayacağımız fiziksel etkilerin analizini gözler önüne sunuyor. Gerçekçi bir yaklaşım benimseyen bu çalışmalar, sera gazlarının atmosfere salınım oranlarının küresel çapta yapılacak girişimlerle gerçek anlamda azalması halinde bile dünya üzerinde beklenen sıcaklık artışının ancak 25 yıl kadar ertelenebileceğine dikkat çekiyor. Bir diğer deyişle, 2047’de yaşanması beklenen kriz durumu, en fazla 2070’li yılların başına kadar geciktirilebilir. İlk bakışta çok da uzun görünmeyen bu süre, insanların iklim değişikliğinin getirilerine ayak uydurması ve dünyadaki canlı varlığının devamlılığını sağlaycak teknolojileri geliştirmesi için gayet kritik bir rol oynayabilir!

Peki bütün bunlardan çıkarmamız gereken sonuç ne? Bulunduğumuz noktada iklim değişikliği her ne kadar “kaçınılmaz” olsa da, sera gazlarını atmosfere yaymaya devam ettiğimiz her an geleceğimizden çalıyoruz. Dünyadaki varlığımızın devamı için bu alanda atılacak her çevreci adımın çözüm geliştirme yolunda bize zaman kazandıracağından, ve çok yakın gelecekte bizi bekleyen değişen iklim koşullarına uyum sağlamamıza katkı koyacağından emin olabiliriz!


Çise Ünlüer (20 Ekim 2013)
ciseunluer@gmail.com

10/06/2013

Küresel Isınma Geliyorum Der



Yoksa siz hala iklim değişikliğine inanmayanlardan mısınız?

Ya da inanıp da adım atmayanlardan?

Peki küresel ısınmanın insan kaynaklı olduğunu biliyor musunuz? Geçtiğimiz hafta İsveç'in başkenti Stockholm'de BM'ye bağlı Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli tarafından hazırlanan rapora göre küresel ısınmanın yüzde doksan beş (95%)’i insan kaynaklı!

Dünyanın farklı noktalarından yaklaşık 200 ülkeden katılımcının katkı koyduğu konferans sonrası hazırlanan rapor, birbirinden önemli sonuçlarla gerçeği yüzümüze vuruyor. Buna göre, her yıl biraz daha ısınan dünya genelinde son 100 yılda yaklaşık 0.9 derecelik bir sıcaklık artışı gözlemlendi. Bu artışın  yüzyılın sonunda 1.5 dereceye kadar çıkmasına kesin gözle bakılıyor. İlk duyulduğunda kulağa çok yüksek gelmeyen bu miktar, insanların ve diğer tüm canlıların önemli bir parçası olduğu ekosistem dengelerini alt üst etmekle kalmıyor, alışmış olduğumuz düzene büyük değişiklikler yapmayı da gerekli kılıyor.

İklim değişikliğinin esas nedeninin, insan kaynaklı sera gazı miktarlarının atmosferde gittikçe artması olduğu artık bilimsel bir gerçek. Özellikle 1750 yılından itibaren başlayan sanayi devriminden bu zamana atmosferdeki oranı yüzde kırk (40%) artan karbondioksit ve atmosferde yaklaşık 10 sene kalmakla birlikte, molekül bazında karbondioksitten 20 kez daha güçlü bir potansiyele sahip olan metan gazı iklim değişikliğine en fazla “katkı” koyan sera gazları. Bu kritik sera gazlarının kontrolsüz salınımına devam edilmesi halinde, sıcaklığın gittikçe daha hızlı artarak birçok canlı hayatını tehdit etmesi ise kaçınılmaz. Oysa uzmanlar, dünyadaki varlığımızın devamı için ısınma oranındaki artışın 2 dereceyi geçmemesi gerektiği görüşünde.

İklim uzmanları, sıcaklıkla birlikte buzulların erime oranında da hız yaşandığını belirtiyor. 1900’lü yıllara göre 7 kat daha hızlı eriyen buzulların başında gelen Grönland'da bulunan buzullar, giderek insan gözüyle farkedilecek kadar küçülen kütleleri ile yaşadığımız değişimin en büyük kanıtlarından. İnsan kaynaklı sera gazlarının hızını arttırdığı küresel ısınmanın devam etmesi halinde 2100 yılına kadar yüzde seksen beş (85%)’e kadar eriyecek olan kutuplardaki buzullar, yükselen deniz seviyelerinden artan karbondioksit ve metan gazı oranlarına kadar, küresel ısınmayı büyük ölçüde tetikleyecek.

Bu noktada esas tehlikelerden biri, kutuplarda yer alan buzun ve donmuş toprağın altında bulunan büyük miktarlarda metan yatakları ve ölü bitki örtüleri. Buzulların erimesi ile ortaya çıkacak olan bu bitki örtüleri çürüyecek ve karbondioksit ile birlikte metan gazının atmosfere yayılmasına neden olacak. Karbondioksite göre kısa dönemde kat kat daha fazla ısınmaya yol açan metan, bu konuda çalışmalar yürüten insanların uykularını kaçıracak kadar tehlikeli bir gaz.

Tabii olay sadece artan sıcaklık ve eriyen buzullarla kalmıyor. Küresel ısınmanın neden olduğu değişimlere ayak uyduramayan canlı evriminin bu yolda ne kadar zarar gördüğü, ekoloji ve evrim biyologları tarafından gözler önüne seriliyor. İnsan kaynaklı küresel ısınmanın neden olduğu evrim değişikliğinin, canlıların doğal evrim hızından 10 bin kat daha hızlı gerçekleştiğini biliyor muydunuz?

Çalışma kapsamında 500’den fazla canlı türünün genetik bilgileri ve jeolojik geçmişlerinde yaşadıkları bölgelerde görülen iklim değişiklikleri ayrı ayrı göze alınarak iklim değişikliğine uyum sağlamaları gereken evrim süreleri hesaplandı. Araştırma boyunca elde edilen sonuçlar, canlı türlerinin atmosfer sıcaklığındaki bir derecelik değişime ayak uydurması için 1 milyon yıla ihtiyaç duyduklarını gösteriyor. Buna göre, omurgalı hayvanların evrim hızının iklim değişikliğinden 10 bin kat yavaş olduğu ve bu nedenden dolayı dünya üzerindeki canlıların iklim değişikliğine ayak uydurmak konusunda başarısız olabileceği belirtiliyor.

Peki bu dünyadaki varlığımız için ne anlama geliyor? İnsan kaynaklı aktivitelerin atmosfer sıcaklığını bugünkü hızıyla arttırmaya devam etmesi halinde, insanların hayatlarını devam ettirebilmeleri için soğuk bölgelere göç etmesi zorunlu bir hal alacak. Bununla birlikte gelen artan dünya nüfusuna paralel yaşanacak kaynak savaşları ise birkaç satırda anlatılamayacak kadar yakın geleceğimizde önemli bir yer alacak. Öte yandan hızlı evrimi sağlayacak genetik yapı ve özelliklere sahip olmayan canlıların yok olma tehlikesi her gün biraz daha artacak.

Atmosferdeki miktarları gün geçtikçe artan karbondioksit ve benzeri sera gazarının iklim değişikliğine neden olduğu çoğu insan tarafından kabul edilse de buna henüz ikna olmayanlar ya da olup da adım atmaya istekli olmayanlar da yok değil. Yukarda sözü geçen BM çalışmasına göre, insan kaynaklı iklim değişikliğinin yavaşlatılması için en etkili adım, en başından sorunun en büyük nedeni olan petrol, gaz ve fosil yakıtlarının kullanımının hızlı ve etkili bir şekilde sınırlandırılması.

Küresel ısınma ile birlikte gelen iklim değişikliğinin insanlığı etkilediği ve de etkilemeye devam edeceği kaçınılmaz bir gerçek! Artık insan hayatının hangi alanlarda ve nasıl etkileneceği konusunda az çok bilgimiz var. Ancak unuttuğumuz tek nokta var: bu sorunun nedeni olduğumuz gibi çözümü de biziz!


Çise Ünlüer (6 Ekim 2013)
ciseunluer@gmail.com

 
YEŞİLE DÖNÜŞ | ÇİSE ÜNLÜER | GREEN IT