3/23/2013

Küçük Alanlarda Büyük Yaşamlar




Hiç 40 metrekareden az bir alanda ihtiyacınız olan herşeye sahip olarak, gayet rahat bir hayat sürebileceğinizi düşündünüz mü? Bugün sizlere geçenlerde gözüme takılan ve hepimizin hayattaki seçimlerini gözden geçirmesine neden olabilecek gerçek bir hayat hikayesinden bahsetmek istiyorum.

Uzun bir eğitim hayatından sonra çalışma hayatına atılan nerdeyse herkes, kazanıp biriktirdiği paraları ile birgün sahip olacağı evin, arabanın ve daha birçok mal mülkün hayalini kurar. Çünkü başarının böyle ölçüldüğü bir toplumda yaşıyoruz... Oysa başarı ve mutluluğun ölçümünün bu kadar dar bir ölçekle kısıtlı olmadığı toplumlar da mevcut.

Çevreci tasarım sayfası Treehugger.com’un yaratıcısı Graham Hill, 1990’ların sonlarında kurduğu websitelerinin başarılı gitmesinden elde ettiği gelirini, son model arabalar ve büyük bir ev alarak, ve evinin içini en yeni teknolojilerle donatılan elektronik eşyalarla tıka basa doldurarak harcıyor. Ancak zamanla sahip olduğu tüm bu mal varlığının hayatını kısıtladığını, hatta kendi deyişi ile, mahvettiğini söylüyor. İnsanların sahip oldukları şeylerin miktarıyla doğru orantılı olacak şekilde daha mutlu olmadıklarına dikkat çeken genç girişimci, tüketmek için aldığımız malların zamanla bizi tükettiklerini ve bu nedenle sahip oldukça daha mutsuz olduğumuzu vurguluyor.

Hill, başarılı giden iş hayatından kazandıkları ile Seattle’ın merkezinde aldığı yaklaşık 350 metrekarelik modern evini en pahalı mobilyalar ve elektronik eşya ile döşemeye bile vakit bulmadığı için bu işlerle ilgilenmesi için kişisel bir yardımcı tuttuğunu anlatarak başlıyor hikayesine. Öncede başka ünlülerin alışverişini yaptığı için bu konuda deneyimli olan bu yardımcısı, Hill için tüm mağazaları tek tek gezip evini doldurmaktan hoşlanacağını düşündüğü ürünlerin fotoğraflarını çekip ona gösteriyor, Hill de vakit bulduğu kısa zaman aralıklarında, hızlı bir şekilde bu fotoğraflardan beğendiği şeyleri çok düşünmeden seçip yardımcısına satın aldırıyor.

Hill’in bu kısır döngünün içinde kaybolduğunu farketmesi uzun zaman alıyor. Çünkü sürekli çalışmaktan içinde yaşamaya ve keyfini çıkarmaya fırsat bulmadığı evinin temizliği, harcamaları ve ihtiyaçları ile uğraşıyor; gereksiz bir şekilde büyük ve çeşitli olan arabalarının sigortası, tamiri, parçaları derken hayatının saçma bir yönde harcandığını inkar edemiyor.

Hayatında birşeylerin fazlasıyla yanlış gittiğinin farkındalığına ulaşıp, sahip olduğu mal ve eşyaları için gittikçe daha da fazla çalışmak zorunda kaldığını kabullenmesi ile Hill için işler değişir. Başta Avrupa’nın farklı şehirleri olmak üzere, Bangkok, Buenos Aires ve Toronto gibi dünyanın farklı noktalarında yaşamak için sadece ihtiyacı olan birkaç eşyayla yola çıkan Hill, yeni bir sayfa açtığı hayatında sadece sevgi ve maceraya yer vererek ne kadar mutlu olduğunu farkeder! Onu bir yere bağlayacak ev, araba, ve bilumum alet edevattan uzak olduğu için özgür olmanın cazibesini keşfetmesi ile, aslında bütün bu mal varlığına hiç de ihtiyacı olmadığını anlar ve bundan sonra hayatı hiçbir zaman aynı olmaz...

Hill, geri döndüğü ülkesinde hayatını öğrendikleri doğrultusunda baştan sona değiştirmeye karar verir. Çoğu kısmını kullanmadığı ve daha çok gereksiz eşyalarını saklamak için kahrını çektiği büyük evinden çıkıp New York’ta 40 metrekareden küçük bir apartman dairesine yerleşir. Duvara monte edilmiş ve sadece kullanılacağı zaman inen bir yatak, sadece ihtiyaç duyduğu kıyafetleri saklayacak kadar dolaplar, mutfakta sadece kullanacağı ve ziyaretçilerini ağırlamaya yetecek kadar tabak ve bardak, misafirleri geldiği zaman altındaki kısımları iki taraftan çekilerek uzayan bir yemek masası, ve yatılı misafirleri için duvardan çıkan iki katlı eğlenceli ranza yatakları ile 40 metrekareden küçük bir dairede gayet konforlu bir yaşam alanı yaratmayı başarır. Bu girişimi sayesinde artık boşuna uğraşması gerekmeyen eşyaları olmadığı için kendisini mutlu eden aktiviteler için daha fazla vakti ve parası kaldığını, ve tüm bunların üstünde daha mutlu olduğunu hisseder...

Amerika’da yapılan bir araştırmaya göre Los Angeles’de yaşayan orta halli ailelerin yüzde yetmiş beş (75%)’i, garajlarındaki tüm boş alanı kullanmadıkları eşyaları depolamak için kullandıklarından arabalarını park etmek için farklı opsiyonlara başvurmak zorunda kalıyor. Amerikan Doğal Kaynakları Koruma Konseyi’nin yaptığı bir açıklama, Amerikalıların satın aldığı yiyeceğin yüzde kırk (40%)’ının hiç kullanılmadan direk çöpe gittiğini gözler önüne seriyor. Benzeri bir durumda olmamıza rağmen yine de alışveriş yapmaya olan zaafımızı bastıramıyor, ve gerekli gereksiz almaya devam ediyoruz! Bugün evinizdeki eşyalara bir göz atsanız, büyük bir çoğunluğuna sahip olmadan da yaşayabileceğinizi göreceğinize eminim!

Bugün yüzleşmek durumunda kaldığımız küresel ısınma ve neden olduğu tüm doğal afetlerin esas nedeninin insan kaynaklı olduğu kanıtlanmış bir gerçek. Tüketime gereğinden fazla olan ilgimiz, doğal kaynakların kontrolsüz harcanmasından fazla üretime ve başarısız atık yönetimine kadar tüm yaşam zincirimizi olumsuz etkiliyor. Günün sonunda kendimize sormamız gereken sorular var: Bu sonsuz tüketim isteğimiz bizi gerçekten daha mutlu yapıyor mu? Ve, bugün sahip olduğumuz tüm mal mülk, yaşadığımız dünyayı gelecek nesillere bırakmaktan utanacağımız bir hale getirmeye değer mi?

Aslında hepimiz derinlerde bir yerlerde, hayattaki gerçek mutluluğun sahip olduğumuz eşyalarda değil; yaşadığımız tecrübeler, sevdiğimiz insanlar ve hayatımızı anlamlı kalan girişimlerimizde saklı olduğunu biliyoruz. Eğer bunu kendinize hatırlatmak, minimalist bir hayatın getirilerini keşfetmek, ve bu şekilde hayatın gerçek tadına varmak isterseniz, işe “gerçekte neye ihtiyacım var?” sorusuyla başlayabilirsiniz...


Çise Ünlüer (24 Mart 2013)

ciseunluer@gmail.com

3/15/2013

Ne Varsa Organikte Var



Türkiye Buğday Derneği ve National Geographic Türkiye’nin biraraya gelerek çıkardığı, hepimizin faydalanabileceği bir kaynak olan “101 Soruda Organik Ürün Rehberi”ni dudyunuz mu?

Hergün sağlıklı ürüne ve gıdaya ulaşmaya çabalayan tüketicilerin organik ürünler hakkındaki sorularına doğru yanıtlar bulabileceği bu rehber, National Geographic’in Mart sayısıyla birlikte geliyor. Bu fırsatla, “organik” kelimesi ile ilgili karmaşanın ortadan kalkması ve tüketicinin bu alanda merak ettiği birçok konuda bilgilenmesi hedefleniyor.

101 Soruda Organik Ürün Rehberi, organik gıdaların nasıl denetlendiğinden, etiketinde organik yazan her gıdanın gerçekte organik olup olmadığına, organik ürünlerin organik olmayanlara göre niye daha pahalı olduklarına kadar geniş bir yelpazeye değiniyor. Rehberde organik gıdalara ek olarak temizlik ürünleri ve kozmetik alanlarından da bilgi almak mümkün.

Tüm canlılara ve çevreye dost üretim sistemlerini içeren; yetiştiricilikte, insana ve çevreye zararlı sentetik kimyasal ilaç, hormon ve gübrenin kullanılmadığı bir tarım yöntemi olarak tanımlanan organik tarımla üretilen ürünlerin nasıl organik diye sınıflandırıldığını öğrenmek istiyorsanız çok uzaklara bakmanıza gerek yok. Rehberde, tohumdan hasata, hasattan son kullanıcıya ulaşıncaya kadar olan bütün aşamalarında, insana ve ekosisteme zararlı kimyasal girdi, katkı maddesi ve işlem kullanılmadan üretilen, kontrollü ürünlerin “organik” sertifikası alabileceğine değiniliyor.

Organik tarımın başlamasına neden olacak şartlar İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra gelen süreçte üretim ve verimin artması hedefine dayanıyor. Bu noktada “verim”in sadece birim alanından alınan miktar olarak hesaplanması, işgücünün azalmasını da birlikte getiriyor. Son yıllarda yaşadığımız kuraklık ve sel felaketlerindeki artıştan dolayı yüzleşmek zorunda kaldığımız gıda fiyatlarındaki dengesizlik, kontrolsüz bir şekilde artan dünya nüfusunu doyurma girişiminden beslenen ekonomik hırslar ile birleşince ortaya korkunç bir senaryo çıkıyor: Sentetik gübreler, kimyasal ilaçlar ve tek tip/monokültür yöntemleriyle doğayı tam anlamı ile tahrip eden modern, endüstriyel tarım!

İnsanoğlunun gerçeğin farkına vararak bu zararlara dur demek istemesiyle ortaya çıkan organik tarım, konvansiyonel tarımın yarattığı sağlık sorunlarından korumanın yanı sıra, doğa, toprak, ve su gibi doğal kaynakların korunması için de çözümler sunuyor. Kısa bir hatırlatma yapacak olursak... Esas amacı, ekolojik sistemde hatalı uygulamalar sonucu kaybolan doğal dengeyi yeniden kurmak olan organik bitki yetiştirme sanatı, insana ve çevreye dost üretim sistemlerini içermekle birlikte, sentetik kimyasal tarım ilaçları, hormonlar ve mineral gübrelerin kullanımının yasaklanması konularında yoğunlaşıyor. Organik ve yeşil gübreleme, toprağın muhafazası, ve bitki direncinin artırılması gibi faktörleri de göz önünde bulunduran organik tarım, bütün bu şartların kapalı bir sistemde oluşturulmasını öneriyor ve üretimde sadece miktar artışının değil aynı zamanda ürün kalitesinin de yükselmesini amaçlayan bir alternatif yöntem sunuyor.

“Ekolojik tarım” veya “biyolojik tarım” olarak da bilinen organik tarımın amaçları arasında çevre, bitki, hayvan ve insan sağlığını kimyasalların olumsuz etkilerinden korumak; toprak ve su kaynakları ile havayı kirletmeden miktar ve kaliteyi muhafaza etmek; sağlıklı ve besin kalitesi yüksek ürünler elde etmek; küçük çiftçilerin güvenliğini, üretim döngüsü ya da gelir düzeylerini artırmak; genetik erezyonu önlemek; ve geç nesillerin sağlığını korumak geliyor. Bu süreç boyunca gerçekleştirilen tüm işlemlerde yenilenebilir enerji kaynaklarını kullanmak ve enerji tasarrufu sağlamak da büyük önem taşıyor.

Artık dünyanın her noktasında ulaşabileceğimiz organik ürünler, İngilizce “organic”, Almanca “ökologish”, Fransızca’da ise “biologique” şeklinde geçiyor. Amerika gibi insanlığın kullanımına sunulmuş her türlü teknolojiye sahip bir ülkede bile bugün raflarda bulunun ürünlerde kullanılan kimyasalların çok büyük bir oranı hiçbir testten geçmeden evimize giriyor. Özellikle sadece gıdalarda 17 bin farklı ticari tarım ilacı ve pestisitlerin kullanıldığını düşünecek olursak, bu ürünlerin insan sağlığı üzerindeki zararlarını anlamak hiç de zor olmaz.

Bugün böceklere karşı kullanılan ama aynı anda doğayı ve insanları zehirleyen zirai ilaçların zamanla böceklere karşı etkileri azalıyor. Oysa organik tarım, bu ilaçlardan arınmış, verimli topraklar üzerinde sürdürülebilir bir üretim için gereken şartları yaratıyor. Örneğin, toprak sağlığının en önemli göstergelerinden biri olan karbon konsantrasyonu, üzerinde konvansiyonel tarım yapılan topraklarda gayet düşük, organik tarım topraklarında ise sağlıklı bir üretim için gereken miktardadır.

Sentetik gübrelerin kolay erişilebilir olması gittikçe daha sık kullanılmalarına, bu da tek tip tarımın daha sık görülmesine neden oldu. Bu tarım metodu toprağın sıkışmasına, aşınmasına, erozyona uğramasına ve organik maddeler açısından yoksunlaşmasına yol açtı. Birleşmiş Milletler (BM) tarafınan yapılan araştırmalar, sentetik azotlu gübrelerin kullanımının son 45 yıldır 8 katına çıkmasına rağmen, dünya çapında tahıl grubundaki verim artışının sadece 1.5 kat olduğunu gösteriyor. Yani bu gübreler sağladıkları yarardan çok zarara neden oluyor!

Tabii bir de antibiyotikler var! Konvansiyonel tarımda acımadan kullanılan antibiyotikler, organik tarımda gayet kısıtlı. Tarımda aşırı antibiyotik kullanımı sonucunda, E. coli, salmonella, campylobacter gibi hastalık yapıcı bakterilerin direncinin geliştiği belirtiliyor. Bu da böyle durumlarda normalden daha fazla antibiyotik kullanıldığı ve insan sağlığına daha fazla zarar verildiği anlamına geliyor.

Ülkemizde de sık yaşanan bu sorunlardan mümkün oldukça korunmak için organiğe yönelmekte yarar var.


Çise Ünlüer (17 Mart 2013)
ciseunluer@gmail.com

3/09/2013

Nükleerden Vazgeçerken




Japonya’yı vuran Fukuşima deprem ve tsunami felaketinden sonra, nükleer santrallerinden çıkan sızıntı ile başetmeye çalışma çabası dünyanın her noktasında ses uyandırdı. Radyasyonun içme suyu ve yiyeceklere bulaşmış olması etkilenen bölglere yakın yaşayan insanların sağlığı için endişe uyandırıyor. Dünya Sağlık Örgütü (WHO) tarafından yapılan yeni bir araştırmaya göre Fukuşima'daki nükleer felaket sonrası santrallerin 20 km çevresinde yaşayanlar arasında kanser hastalığının görülme oranında yüzde otuz (30%) artış gözlemlendi. Hatta santrallerdeki arızadan dolayı etrafa yayılan radyasyonun çevredeki kelebekleri mutasyona uğrattığı bile daha önceleri bölgeden gelen haberler arasındaydı. Bölgede kelebek yetiştiren ailelerin gözlemlerine göre, bölgedeki toplam kelebeklerin yüzde elli (50%)’sinden falza bir kısmının kanatlarında küçülme ve gözlerinde şekil bozukluğu ortaya çıktı. Bu gözlem Ryukyu Okinawa Üniversitesi’nde yapılan araştırmalar kapasmında da kanıtlandı ve bu çalışma sonrasında Fukuşima Daicii Nükleer Santrali'nden sızan radyasyonun kelebeklerin genlerinde bozukluğa neden olduğu açıklandı.

Fukuşima felaketinden ders alarak 17 nükleer santralinden en eski sekizini kapatan, 2022’ye kadar da kademeli olarak nükleer enerjiden vazgeçmeye karar veren Almanya, diğer Avrupa ülkeleri ve tüm dünyaya örnek olacak bir adım attı. Bu durumda geriye kalan, ve etkisi 250 milyon yıl sürebilen yüksek radyoaktiviteye sahip 17 bin ton atığın güvenli olarak saklanması bugünlerde en çok konuşulan konulardan biri.

Getirilen esas çözüm, nükleer atıkların ülkenin dört farklı noktasındaki tuz madenlerine gömülerek saklanmasına yoğunlaşıyor. Yerin nerdeyse 1 kilometre altına konulacak yanmış yakıt çubuklarının güvenli bir yerde saklanması tüm insanlığın geleceği açısından büyük önem taşıyor. Bu noktada Mersin Akkuyu’da planlanan nükleer santralin neden olacağı atıkların nasıl güvenli bir şekilde saklanacağına dair hiçbir kapsamlı açıklama yapılmamış olması gerçekten düşündürücü. Birara bu atıkları Rus firmanın götüreceğini veya Türkiye’nin satın alabileceğini belirten hükümetin bu basit açıklamasından bile, Almanya gibi sistemli çalışan bir ülkenin dahi 30 senedir uğraşmasına rağmen henüz tam anlamı ile çözemediği, gayet ciddi planlama gerektiren nükleer atık konusunu hiç de iyi düşünmediği aşıkar!

Tuz madenlerini 250 milyon yıl boyunca radyoaktif etkisi devam eden 17 bin ton nükleer atığı saklamak için ideal kılan esas nokta, uzun vadede güvenli bir saklama yöntemi sunduklarına inanılması. Aslında bu konuda araştırma yapılıyor olmasına rağmen henüz kesin bir çözüm mevcut değil. İşin ürkütücü yanı, atıkların nasıl saklanacağı, nükleer santraller yapılmadan düşünülmemiş olması. Yani bir nevi iniş pisti yapmadan uçmak gibi birşey!

Yerin metrelerce altında, radyoaktif sızıntı durumunda dahi etrafa yayılmasını engelleyecek jeolojik yapılar olan tuz madenlerinden başka dünyada henüz kesin bir depolama yeri bulunmuyor. Düşünülmesi gereken bir diğer nokta bu atık saklama noktlarının güvenliliği. Depoların her noktasına yerleştirdiği elektrikli teller, kameralar ve yüksek duvarlarla, Almanya bu konuda iyi bir adım attı. Her birinin fiyatı 2.5 milyon Euro olan, “Castor” isimli dev çelik varillerde geçici olarak bekletilen nükleer atıklar, tuz tepkimesi ölçümlerinden alınan bilgiler ışığında madenlerin geleceği kesinleşene kadar bu ara depolarda güvenli bir şekilde saklanıyor. Bu süreç boyunca, jeolojik süreçleri göz önünde bulunduran mühendisler, geçmişte yaşanan buz devirlerini ve iklim değişikliğinin ilerideki etkilerini de hesaba katmak durumunda.

Nükleer sızıntı olayları aslında dünyanın her yerinde sık sık gerçekleşiyor. Yeraltındaki tanklardan sızan radyoaktif maddelerin canlı sağlığı üzerindeki etkileri ya tam olarak bilinmiyor ya da bilinse de insanları ürkütmemek için açıklanmıyor. Hiçbir zaman yüzde yüz güvenli olmayacağını bildiğimiz halde nükleerin üstüne gitmemiz de bir o kadar daha düşündürücü. Almanya’da nükleer atıkların taşınacağı günün tarihi etraftaki yerli halktan saklanıyor çünkü yenilenebilir enerjiye yönelmeyi tercih eden halk nükleer enerji kullanımını protesto etmek için sokakları dolduruyor, kendilerini tren raylarına bağlıyor, ve atık taşıma işlemini zorlaştırıyor.

Biraz yakına, kendimize bakacak olursak, özellikle yılın çoğu zamanında güneş gören Türkiye gibi uzun sahillere ve güçlü rüzgarlara sahip bir ülkenin enerji talebini karşılamak için yenilenebilir enerji yerine nükleere yönelmesi gerçekten anlamsız. Üstelik uranyum ithalatından dolayı dışarı bağımlı olmamamız şu an imkansız. Her ne kadar bugüne kadar nükleer enerjiye bağımlı olsa da, sahip olduğu kaynaklar açısından çok da zengin olmayan Almanya, bugün toplam elektrik ihtiyacının yaklaşık dörtte birini yenilenebilir enerjiden karşılayarak enerji dönüşümünde yeni teknolojileri ile dünyanın öncüsü olarak yaşananlardan ders aldığını kanıtlıyor. Hedefte ise 2020 yılına kadar elektrikte yenilenebilir enerjinin payını yüzde otuz beş (35%)'e, 2050'de ise yüzde doksan beş (95%)'e çıkarmak var. Bu şekilde iklimi değişikliğini yavaşlatarak 2020'ye kadar sera gazı salınımının yüzde yirmi (20%) miktarında azaltılması hedefleniyor.

Uzun vadeli enerji dönüşümünün iklimi koruma, yenilenebilir enerji, ama en önemlisi enerji tüketiminin azaltılması ve enerji verimliliği ile mümkün olabileceğini düşünen insanların sayısının artması tek ümidimiz. İnsanın olduğu her yerde hata olacağını unutmadan, nükleer enerji gibi tehlike ve riskleri tam olarak bilinmeyen bir yola girmek yerine çok daha az riskli yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelebiliriz.

Çünkü nükleeri destekleyerek, geleceğimizden vazgeçiyoruz...


Çise Ünlüer (10 Mart 2013)
ciseunluer@gmail.com

3/02/2013

Her Soruna Çare: Bisiklet




Ülkemizde her geçen gün daha da eziyetli bir hale gelen ulaşım alanında bugün tek çare olarak gördüğümüz arabalarımızdan çok daha sağlıklı, çevre dostu ve ekonomik çözümler sunan bisikletleri unutmamak gerek.

Bu görüşte birleşen Avrupa Bisikletliler Federasyonu üyesi Türkiye Bisikletliler Derneği, bisikletin bir ulaşım aracı olarak algılanması için farklı çalışmalar yürütüyor. Bunlardan biri, geçtiğimiz haftalarda yapılan bir lansmanla personelinin bisikletle işe gidip gelmesine destek olmaya başlayarak Türkiye’nin ilk sertifikali bisiklet dostu oteli olarak belirlenen İstanbul Hilton Garden Inn. Haliç’te bulunan otelin çalışanlarının yakın semtlerden değil Kadıköy vapuruna binerek hergün bisikletle işe gidip gelmesi ise gerçekten takdir edilecek cinsten! Bu girişim sayesinde, İstanbul’un göz alıcı manzarasının keyfini çıkararak ev ve iş yerlerine ulaşan çalışanlar, bir yandan da sabah ve akşam saatlerinde tam bir eziyet olan araba trafiğine takılıp kalmadan rahatça seyahat edebiliyorlar.

Bisikletliler Derneği’nin daha önceki çalışmaları arasında, bisikletin daha fazla insan tarafından bir ulaşım aracı olarak benimsenmesi ve trafikte yer alması için başlattığı kampanyalar ve girişimler yer alıyor. Bu yolda belediyelerle iletişime geçerek gündelik ulaşım ve ihtiyaçlar için bisiklet yollarının yaygınlaştırılması ve güvenli ulaşımın sağlanması için çalışmalar başlatıldı. Derneğin bu alandaki çabaları sayesinde, Çevre Kanunu kapsamında bisiklet yollarının kent imar planına işlenmesi durumunda, planda yer alan projelerin Bakanlık tarafından desteklenmesi ve bisiklet yollarının yapım masraflarının yüzde kırk beş (45%)’inin devlet tarafından karşılanması sağlandı.

Bisikletin şehirlerdeki güvenli ve çevre dostu ulaşımı sağlamadaki öneminin farkında olan İzmir Karşıyaka Belediyesi, şu an deneme aşamasında olan ücretsiz bir bisiklet servisi sunuyor. Bu plan kapsamında, bölgedeki bisiklet yolu uzatılarak toplu taşıma noktalarına 60 bisiklet yerleştirildi. Bu bisikletlerden yararlanmak isteyen bölge halkı veya turistler, cep telefonlarından mesaj göndererek bisikletlere ulaşabilecek, ister iş ister gezmeye giderken varacakları noktaya yakın bir kiralama noktasına bisikleti bırakıp gidecekleri yere rahatça ulaşmış olacaklar. Planın bir parçası olarak bisikletleri üzerinde dolaşan itfaiye ekipleri ve gönüllü bisikletçileri yaygın bir şekilde görmek mümkün olacak.

Dünyada bisiklet kullanımını yaygınlaştırmak için yapılan en güzel girişimlerden bir diğeri “silahını bırak, bisikletini al” kampanyası ile Uruguay’da gerçekleşiyor. Toplumdaki silah kullanımını azaltma yolunda ciddi adımlar atan yönetim silahını getiren herkesi yepyeni bir bisiklet vererek ödüllendiriyor. “Hayat için silah” şeklinde de adlandırılan kampanyanın amacı üçte birinin silahlı olduğu Uruguay halkı arasındaki yasadışı ve kontrolsüz silah kullanımının önüne geçmek.

Yüzleştiği farklı sorunlara bisiklet kullanımı ile çözüm arayan ülkelerden bir diğeri ise Çin. Ülkede yaşanan trafik yoğunluğundan kaynaklanan hava kirliliğine son vermek için bisiklet kültürü yerleştirilmeye çalışılıyor. Büyük şehirlerdeki yerleşim alanlarının etrafı, yollardaki yoğunlukta yavaş yavaş ilerleyen araçlardan çıkan gri bir dumanla kaplanıyor. Bugüne kadar bu kargaşaya getirilen çözümler ise hep geçici olmuş, örneğin herkesin arabasını haftada bir gün kullanmayıp garajda tutması gibi. Ama şimdi Pekin gibi büyük şehirlerin yerlilerine bisiklet kültürünü hatırlatmak hedefleniyor. Ancak bunda bir sorun var: Gittikçe “zenginleşen” Çin kültüründe bisiklet sürmek fakirliğin bir göstergesi!

Düşünce tarzında halkımızda da oluşabilecek bu benzerlik, acı da olsa gerçek. Ancak bir statü sembolü olarak görülen arabaları almaya gücü yetecek olmayan insanların bisiklete yöneleceğini düşünenler mevcut. Çin’de bu nedenden dolayı çevre dostu otomobilleri de kullanmayı tercih etmeyip çevreye gayet duyarsız lüks arabalara yönelerin sayısı çok fazla! Tabii herkes de böyle düşünmüyor. Vizyonu geniş, gelecek nesillere yaşamaya değer bir dünya bırakmanın peşinde olan bir grup, bisikletin halkın gözündeki imajını düzeltmek için uğraşıyor. Bisikletin ucuz ve sadece fakir halkın kullanacağı bir araç olarak görünmesi yerine, tam tersine yeni orta sınıfla bağdaşlaştırılması için çaba sarfeden çok. Bisiklete olan ilgiyi artırma yolunda gerçekleştirilen girişimlerden biri bisikletleri pahalı yüksek teknolojilerle donatarak lüks alışveriş merkezlerinde yüksek fiyatlara sunmak. Kulağa gereksiz ve saçma gelse de, aslında bu yönde düşünen halkın ilgisini çekerek gerçek mesajin yerine ulaşmasını sağlamakta etkili bir yöntem teşkil edebilir.

Bisikletin care olabileceği bir diğer ülke ise krizden çıkma yollarını arayan Yunanistan. Ülkedeki ekonomik sıkıntının önüne geçmek için kurulan yeni iş alanlarından biri çevre dostu bisiklet kullanan kurye şirketleri. Telefonla gelen siparişlerin Atina gibi büyük şehirlerin yoğun trafik koşullarında hızlı bir şekilde gideceği adrese ulaştırılmasının zor olduğu gerçeğinden yola çıkan genç girişimciler, büyük firmalardan özel kişilere kadar geniş bir müşteri ağına bisikletleriyle hizmet veriyor. Genelde üniversite öğrencilerinden bir araya gelen beş genç, Atina merkezi yakınlarında küçük bir apartman dairesi ve beş bisikletle yola çıkmış. Şehirde bisiklet yollarının bulunmamasını sorun etmeden gelen telefonlarda aldıkları paket ve mektup dahil olmak üzere tüm siparişleri bisiklet yoluyla teslim ediyorlar. Bu iş süresinde günde ortalama 60 kilometre yol alan kuryeler, ülkedeki yüksek işsizlik oranını sorun etmeden krizi fırsata, hem de çevreye duyarlı bir fırsata çevirmenin en güzel örneklerinden biri!


Çise Ünlüer (3 Mart 2013)
ciseunluer@gmail.com

 
YEŞİLE DÖNÜŞ | ÇİSE ÜNLÜER | GREEN IT