11/07/2014

Portakal Suyunuzdaki Gizli İçerik



Portakal suyunuzu evde sıkmak yerine marketten mi alıyorsunuz? Eğer öyleyse eminim 100% portakal içeren, konsantre madde içermeyenleri tercih etmeye çalışıyorsunuz. Nihayetinde sağlıklı, katkısız ve daha doğal olanı bu, değil mi? Hatta o kadar bir sağlıklı ve taze ki bozulmaması için buzlukta satılması gerekiyor!

Eğer bu tarife uyuyorsanız, bu yazıdan ya nefret edecek ya da çok seveceksiniz. Gerçek şu ki, satın alırken sağlıklı bir seçim yaptığınızı düşünerek harika hissettiğiniz o portakal suyu iddia ettiği şeylerden hiçbiri değil! Çoğu zaman mantığınıza göre yaptığınız varsayımlara göre hareket ettiğinizi bilen gıda endüstrisi de kendi kârını artıracak mantığı takip eder. Sizin mutfağınızda hazırladığınız bir-iki bardak portakal suyunun binlerce litresini üretecek şekilde işleme tabi tutmak takdir edersiniz ki aynı şey değil.

Marketten aldığınız belli bir marka portakal (veya herhangi bir başka meyve) suyunun yılın hangi zamanı olursa olsun nasıl hep aynı tada sahip olduğunu hiç merak ettiniz mi? Evde sıktığınız portakal suyu kullandığınız portakala göre tad ve görüntüsünde her defa biraz değişiklik gösterirken, nasıl oluyor da marketten aldığınız portakal suları bu kadar istikrarlı bir şekilde değişmiyor? Ve örneğin Türkiye’den gelen veya adamızda üretilen bazı farklı markaların sunduğu meyve sularının tadları hiçbir zaman birbirlerine benzemese de, kendi özgün tadlarını seneler boyunca nasıl koruyup sürdürüyorlar? Umarım bu noktada kafanızda tehlike çanları çalmaya başlamıştır!

Bu soruların cevabı aslında çok basit. Dünyanın en büyük kola şirketlerinin de yaptığı gibi bu markalar ürünlerini hazırlarken halk tarafından beğenilen belli tarifleri takip ediyor. Ve bu tarifler hiçbir zaman portakalın toplanıp suyunun sıkılarak paketlenip satılması adımları ile sınırlı değil.

Marketten aldığınız portakal suyunun tadının istikrarı doğadan çok kimya ile alakalı. Arada sadece içecek endüstrisinde çalışanların bildiği gizli ve kritik bir adım var! Portakallar sıkıldıktan sonra büyük depolarda saklanan suyunun oksijeni çıkarılıyor. Bu adım sayesinde sıkılan sıvı bir yıla kadar bozulmadan dayanabiliyor. Ama oksijeni alınırken orjinal tadı da giden bu sıvının tadı bizim paketten içtiğimiz meyve suyunun son haline hiç benzemiyor. Ürünlerinin bu haliyle satıldığı zaman rağbet görmeyeceğini bilen şirketler oksijeni alınmış sıvılarına tatlandırıcı ekliyor.

Bu tatlandırıcılar teknik olarak portakal esansı, yağı, ve diğer yan ürünlerinin kimyasal yapıları manipüle edilerek elde edildikleri için hukuken ürün üzerindeki “içindekiler” kısmına eklenilmek zorunda değiller. Ancak bu süreçte kullanılan ürün ve işlemlerin doğanın bize sundukları ile yakından uzaktan alakası olmadığı gibi, tatlandırıcıların hazırlanışında parfüm endüstrisinde de kullanılan tehlikeli kimyasallar yüksek miktarlarda kullanılıyor. Bu kimyasallar meyve suyunun satılacağı tütekici profiline ve kültürel ağız tadına göre farklılık gösterebiliyor. Örneğin Türkiye’de satılan meyve suları halkın ağız tadı ve alışkanlıklarına göre formüle edildiği için Amerika’da satılanlardan farklı kimyasallar içerebiliyor.

Peki bu durumda ne yapmak gerekir? Bu noktada kendinize şu soruyu sormakta yarar var: Neden meyve suyu içiyorsunuz? Meyveden çıkan su fruktoz dolu olduğu gibi, meyvenin doğal haliyle içerdiği sağlıklı liflerden noksan. Bir bardak elma suyunun 6-8 tane orta boyutta elmadan elde edildiğini biliyor muydunuz? Oysa bir oturuşta bu kadar elmayı tüketebilme ihtimalinizin düşük olduğunu varsayarsak, genelde ikinci bardağını bile kolaylıkla içebildiğiniz elma suyu ile vücudunuza ne kadar gereksiz şeker aldığınız aşikar.

Özet olarak, her ne kadar sağlıklı bir imaj yaratırsa yaratsın, marketten meyve suyu alma alışkanlığından vazgeçmekte yarar var. Kendiniz yetiştirmediğiniz herhangi bir gıdanın tam olarak neler içerdiğini hiçbir zaman bilemezsiniz. Evinizde içerisinde ne olduğunu bildiğiniz sezon meyvelerinden rahatlıkla hazırlayacağınız meyve sularında yaratıcılığınızı kullanarak harikalar yaratabilirsiniz.



Çise Ünlüer (9 Kasım 2014)

ciseunluer@gmail.com

10/11/2014

Sağlığın için Vazgeç Kurtul



Evinize aldığınız ürünlerin sağlığınızı ne kadar önemsediğinizin iyi bir göstergesi olduğunu düşünecek olursak, alışveriş alışlanlıklarınızın da hayat stilinizi yansıttığını varsayabiliriz. Tüketici olarak tercihleriniz sağlıklı bir yaşama olan bağlılığınızı güçlendirebilir veya tam tersi baltalayabilir. Seçimlerinizin sağlığınızı desteklemesini istiyorsanız, alışkanlık haline getirdiğiniz ürünleri tekrardan gözden geçirmekte yarar var. Özellikle bu ürünler aşağıdaki 5 kategoriden birine aitse:

1. Konvansiyonel bakım ürünleri:
Bugün market raflarını dolduran birbirinden “güzel” kokulu sabunlar, şeftalili vücut losyonları, çiçek aromalı şampuanlar, ve rengarenk makyaj ürünleri hormon seviyelerini bozan zehirli ve kanserojen kimyasallarla dolu. Ve bunların çoğu hiçbir sağlık kuruluşu tarafından kontrol edilmiyor! Özellikle vücut şampuanı veya yüz yıkama jellerinde kullanılan exfoliant özellikli İngilizce’de “microbeads” olarak geçen mikro zerrecikler, su arıtma tesislerindeki filtreler tarafından arıtılmayacak kadar küçük oldukları için su kaynaklarına karışarak kirlilik yaratıyor. Sağlığınızı ve çevreyi biraz düşünüyorsanız, bu ürünlerden uzak durun. Geçtiğimiz hafta bahsettiğimiz kimyasal madde içermeyen temizlik ürünleri tariflerinden yola çıkarak karbonat ve elma sirkesi gibi doğal malzemelerden kişisel temizlik ve bakım ürünlerinizi hazırlayabileceğinizi unutmayın.

2. Abur cubur:
Parlak paketlerinde sadece büyüklerin değil çocukların da ilgisini çeken uzun ömürlü abur cuburların aylarca ve hatta yıllarca nasıl bozulmadıklarını hiç merak etmediniz mi? Bu yiyeceklerin nerdeyse tümü, düşük maliyetinden ve yüksek sıcaklıklara dayanıklı olmasından dolayı rağbet gören palmiye yağı ile yüklü. Yıllardır tükettiğiniz cips,  bisküvi, ve gazlı içeceklerin “içindekiler” kısmında geçen “bitkisel yağ” ibaresi çoğunlukla palmiye yağı. Avrupa Birliği, halktan gelen baskılarla palmiye yağı bulunan gıdalarda bunun açıkça yazılmasını zorunlu kılacak yasayı çıkararak insanların bilinçli seçimler yapmasına yardımcı oldu. Ancak benzer yasalar ülkemizde bulunmadığı için hangi üründe tam olarak hangi tür yağ kullanıldığından emin olmak henüz mümkün değil. İşinizi garantiye almak istiyorsanız, paketlenmiş, uzun ömürlü, yapay renklendirici veya diyet maddeler içeren tüm gıdaları tercih etmemekte yarar var. Çünkü ihtiyacınız olan kimya laboratuvarı değil çiftliklerden gelen yiyecekler!

3. Plastik gıda saklama kapları:
Yaygın plastik kullanımı doğayı düşünen tüm insanları rahatsız eden bir nokta. Tek bir plastik şişenin doğada üç bin yıl yok olmadığını düşünecek olursak, bu çok da şaşırtıcı değil. Bu yetmezmiş gibi plastikte bulunan kanserojen madde Bisfenol A (BPA) hormon dengelerini bozarak insan vücudunda birbirinden tehlikeli sonuçlara neden olabiliyor. Bu nedenle insan sağlığı karşısındaki dev tehditlerden biri olan plastiği yaşam alanlarınıza mümkün oldukça az sokmak önemli. İlk olarak çocukları beslemek için kullanılan tüm biberonların cam olanlarının tercih edilmesi ve sıcak veya kaynar süt ile su ve mamaların kesinlikle plastik şişelere konulmaması gerekir. BPA içeren biberonlar üzerinde yapılan sayısız araştırma, bebek ve çocuk sağlığının BPA yüzünden ciddi tehlikelerle karşı karşıya olduğunu kanıtlıyor.

4. Yapışmayan tencere ve tavalar:
Yemek yaparken malzemelerin altına yapışmamasından dolayı sağladığı kolaylık için tercih gören teflon tava ve tencereler aslında düşündüğünüz kadar saf değil. Bu ürünlerin içerdiği perfluorooctanoic acid (PFOA) kullanım boyunca yiyeceklerinize karışarak ciddi hastalıklara neden olabiliyor. Bu nedenle zehirli maddeler içermeyen paslanmaz çelik ve seramik  alaternatiflere yönelmekte yarar var.

5. Zehirli kimyasallar içeren temizlik ürünleri:
Evinizin temizliğinde kullandığınız temizlik ürünlerinin etiketlerini okumaya, biraz da okuduklarınızı araştırmaya başlarsanız, birbirinden zararlı kimyasalların evinize girmesine nasıl izin verdiğinize şaşacaksınız. Oysa elinizin altında evde rahatlıkla hazırlayabileceğiniz birkaç temizlik formülü bulunsun istiyorsanız, çok uzaklara bakmaya gerek yok. En etkili ve güvenli temizlik ürünleri için ihtiyacınız olan malzemeler karbonat, sirke, ve portakal ve limon kabuğundan fazlası değil. Facebook’da harcadığınız vaktin onda biri ile internette yapacağınız küçük bir araştırma sayesinde evinizin temizliğini zehirli kimyasallar olmadan da gerçekleştirebilmenize yardımcı olacak çok basit tarifler bulabilirsiniz.


Çise Ünlüer (12 Ekim 2014)

ciseunluer@gmail.com

9/13/2014

Kimyasalsız Temizlik: Doğal Diş Macunu



Market raflarını süsleyen birbirinden iddialı diş macunlarının aslında neler içerdiğini biliyor musunuz? “Bembeyaz gülüşler”, “ekstra ferahlık”, ve “güçlendirilmiş formül” sözlerine kanıp düşünmeden kullandığımız bu ürünler florür, şeker, yapay tatlandırıcılar, ve yapay renk vericiler gibi birçok kimyasal ve sağlığa zararlı madde içeriyor.

Kullandığımız kozmetik malzemelerin etiketlerini okumaya, biraz da okuduklarınızı araştırmaya başlarsanız, diş macunu başta olmak üzere neredeyse her gün kullandığımız kişisel bakım ürünlerinde sorbitol, silika hidrat, gliserin, sodyum lauryl sülfat, sodyum sakarin, sodyum florür, ve titanyum dioksit gibi sağlığımıza zararlı kimyasallara rastlamak mümkün. Tek kullanımda zararlarını farketmediğimiz bu kimyasallar zamanla vücutta birikerek ciddi hastalıklara neden oluyor. Özellikle gelişme çağında olan çocuklarda zeka geriliği, bağışıklık sisteminde yavaşlama, enfeksiyonlara karşı direnç azalması, üreme sisteminde zarar, ve kalıcı dişlerin geç çıkması gibi etkileri olduğu bilinen kimyasalları hayatımızdan çıkarmanın vakti çoktan geldi!

Kendi diş macununuzu evinizdeki doğal malzemelerle rahatlıkla hazırlayabileceğiniz çok basit bir tarifle kimyasallardan uzaklaşabilir, gönül rahatlığı ile dişlerinizi fırçalayabilirsiniz. Bu işlem boyunca ihtiyacınız olan tüm malzemeler markette rahatlıkla bulabileceğiniz karbonat, deniz tuzu, hindistan cevizi yağı, ve nane yağı. Doğal diş macununuzun esas maddesi karbonat, ağızdaki pH dengesinin korunmasını ve dişlerin beyazlaştırılmasını sağlar. Öte yandan hindistan cevizi yağı hem hoş bir tat, hem de kıvam verir. Nane yağı ise nefesin tazelenmesine ve sinüslerin açılmasına yardımcı olurken, ağızda biriken zararlı bakterileri öldürücü özelliğe sahiptir.

Başlamak için tek yapmanız gereken 3-4 yemek kaşığı karbonat ile 3 yemek kaşığı hindistancevizi yağı, 1 yemek kaşığı deniz tuzu, ve 15-20 damla nane yağını küçük bir kasenin içinde karıştırmak. Karışımınız fazla sıvı halinde olursa kattığınız karbonat miktarını arttırabilirsiniz. Katı karışımlara biraz su veya 1 kaşık zeytinyağı ekleyerek macun haline gelmesine yardımcı olabilirsiniz. Karıştırmanın yardımı ile homojen bir kıvam alacak olan doğal diş macunu karışımınızı hava sızdırmaz bir tüp veya cam bir kavanoza aktararak kullanıma sunabilirsiniz.

En iyi sonucu elde etmek için hazırladığınız macunla günde en az 2 kere dişlerinizi fırçalamakta yarar var. Bu tarife ek olarak kendi zevkinize göre uyarlamalar yaparak nane yağı yerine veya ek olarak limon, portakal, karanfil, çay ağacı, ve zencefil gibi farklı uçucu yağları tercih edebilirsiniz. Klasik diş macunlarında alıştığınız güçlü nane yoğunluğunu elde etmek için karışımınızdaki nane yağı miktarını arttırabilirsiniz. Kullanacağınız malzemeleri mümkün oldukça organik olarak temin etmeye çalışarak maruz kaldığınız kimyasal miktarını azaltabilir, daha sağlıklı bir karışım elde edersiniz.

Evde ilk kez hazırlanan tüm ürünlerde olduğu gibi biraz deneme yanılma, biraz da tecrübe ile beğeneceğiniz bir tarif elde edebilirsiniz. Ancak her ne kadar doğal malzemelerden hazırlanmış olursa olsun, karışımdaki tuz, karbonat, ve bazı yağlar yutulduğunda midenizi rahatsız edebileceğinden, diş macununuzu yutmamakta yarar var. Bu diş macununu kullanırken dönüşümlü olarak misvak ve zencefil gibi kuru bitki karışımı ile de diş sağlığınızı destekleyebilirsiniz.

Toplamda 5 dakikadan kısa bir sürede marketlerde satılan versiyonlarından daha sağlıklı ve ekonomik bir diş macununu kendi evinizin rahatlığında hazırlanabileceğini, ve florür ile diğer zararlı kimyasallar olmadan da inci gibi bembeyaz dişlere sahip olunabileceğini göreceksiniz.

Peki karbonat içeren benzer doğal karışımlarla şampuan ve nemlendirici gibi birçok kişisel bakım ürürününü kolaylıkla hazırlayabileceğinizi biliyor muydunuz?


Çise Ünlüer (14 Eylül 2014)

ciseunluer@gmail.com

7/25/2014

Gardrobunuzu Yeşillendirin



Sadece bir t-shirt üretiminde kullanılan pamuğu üretmek için nerdeyse 200 gram kimyasala ihtiyaç duyulduğunu biliyor muydunuz? Peki pamuk üretiminde kullanılan 15 böcek ilacının en az 7’sinin kansere neden olduğunu?

Geçtiğimiz hafta İngiltere’deki bir H&M mağazasında tüm giyim reyonlarının üzerinde asılı yazılar ilgimi çekti. Elbiselerin 60°C gibi yüksek sıcaklıklar yerine 30°C’lik suda yıkanmasını teşvik eden “30 is the new 60” girişimi şunu gösteriyor: Tekstil sektöründe bir devrim başlıyor!

Artık tekstil üretcileri ve tasarımcılar, müşterilerinden gelen talepler doğrultusunda, operasyonlarının ve ürettikleri ürünlerin çevre üzerindeki etkilerini düşünerek adım atıyor. Üreticiler çevresel problemlerin farkında olarak gerek üretimlerinin neden olduğu atık miktarını azaltan, gerek kullanılmış kıyafetleri  tekrar kullanmaya veya geri dönüştürmeye teşvik eden girişimlerde bulunmaya başladı. Çünkü artık tüketici, çevreye zarar vermeyen “yeşil” ürünleri ve bunları mümkün kılan organik tarım yöntemlerini tercih ediyor. Organik tarım ürünleriyle üretilmiş tüm giyim malzemeleri, tamamı ile doğal, ilaçsız, radyasyonsuz, polyester ve benzeri sentetik malzemeleri içermeyen, ve GDO’lardan uzak bir ortamda yetişen pamuk ve ketenden elde ediliyor.

Herhangi bir ilaç kullanımı içermediği için insan sağlığına zarar vermeyen organik tarım yöntemleri, konvansiyonel tarıma göre daha az fosil yakıt gerektirdiği için küresel ısınmanın etkilerini yavaşlatmada da daha etkili. Tarım alanında kullanılan kimyasal ilaçların, son birkaç yılda görülen bal arısı sayısındaki ani düşüşler ve milyonlarca kuşun ölümünden de sorumlu olduğunu hatırlayacak olursak, tekstil alanında da organik tarıma yönelmek için çok düşünmeye gerek yok.

Kuzey Amerika’da görev yapan Organik Ticaret Birliği (Organic Trade Association)’ne göre bugün Türkiye’nin başta geldiği 12 ülkede organik pamuk üretimi yapılıyor. Avrupa genelinde Demeter, İsveç’de KRAV, Almanya’da Naturland, Hollanda’da SKAL, İngiltere’de The Soil Association, ve Amerika’da USDA tarım alanında organik onayı veren kuruluşlar arasında en iyi bilinenleri.

Gelelim biz tüketicilere... Bir zamanlar büyük bir heyecanla aldığımız kıyafetlerin heyecanımız geçince dolabımızın tozlu köşelerinde sadece yer kapladığını hepimiz biliyoruz. Moda alanında eko-anlayışlı seçimler yapmak sadece tüketim sonrası meydana gelen atıkları azaltmayı değil, tüketim öncesi meydana gelebilecek atık ve kirliğin de önüne geçmeyi içeriyor. En basit bir ceketin dolabınızda yerini alana kadar geçirdiği yolculuk dünyanın bir diğer ucundaki ormanlara, çiftliklere, ve petrol kuyularına kadar uzanıyor. Bir ürünün son haline ulaşana kadar kadar hangi kimyasallar ve boyalarla kirlendiği bilgisi hiçbir zaman ifşa edilmeyeceğinden, sağlığını korumak için gerekli adımları atmak tamamen tüketiciye kalıyor.

Ancak karamsarlığa kapılmadan bu yolda atılan olumlu adımların da farkında olmakta yarar var. Moda tasarımcılarının ve üreticilerin ürünlerini ve üretim yöntemlerini gözden geçirmesine neden olan bilinçli tüketiciler, kendi gardroplarını da akıllı yöntemlerle temizleme sırları ile dolu. Gelin bunlardan birkaçına yakından bakalım...

1. Planlı alışveriş yapın: Almayı planladığınız yeni bir giysiye, evlat edinmek istediğiniz bir kedi veya köpek gibi bakın. Ona hayatınızda mümkün olan en yüksek zamanı ve giyim sıklığını ayırabilmelisiniz. Ani satın alma hissini ortadan kaldırmak sıkıcı duyulsa da, bir daha giymeyeceğiniz kıyafetlerle dolu bir elbise dolabının da hiç bir heyecanı yok! Uzun vadede ne aradığınızı bilmek hem alışverişte zaman kazanmanıza yardımcı olur, hem de evinizde gereksiz kıyafet kalabalığını engeller. Alışverişe çıkmadan hangi renkler ve modellerin vücut yapınıza uyduğunu, ve dolabınızda halihazırda bulunun parçalarla neyin iyi gideceğini belirleyin.

2. Aldıklarınıza iyi bakın: Evde ve dışarda giyilecek kıyafetlerininizi belirleyin, düğünde giyeceğiniz gömlekle araba lastiği değiştirmeyin. Düşen düğmeleri geri dikmesini öğrenerek giysilerinizin küçük sorunlarını kendiniz kolaylıkla tamir edebilirsiniz. Üzerinden çıkaramadığınız küçük bir leke yüzünden aylardır giyemediğiniz kazağınızı güzel bir hırkaya, dar gelen elbisenizi modern bir eteğe çevirmek istemez misiniz? Daha büyük iş gerektiren kıyafetleriniz için yaşadığınız bölgedeki terzilere danışmak hem giysilerinizin istediğiniz şekli almasını hem de bu mesleğin devamını mümkün kılar.

3. Kuru temizlemeyi tercih etmeyin: Temizleme işleminde kullanılan kimysallarla insanlarda ciddi hastalıklara neden olabilen kuru temizlemenin zararlarının farkına varın. Üzerindeki etiketlerde kuru temizleme yazan çoğu ipek, yün, ve keten kıyafet aslında elde de yıkanabilir.

4. İkinci el kıyafetlere yeşil ışık yakın: İnsanlar farklı nedenlerden dolayı kıyafetlerinden vazgeçer. Ülkemizde henüz yaygın olmasa da Freecycle benzeri bir paylaşım ağını kendi arkadaş çevrelerinizde oluşturarak birbirinizin kıyafetlerini ödünç alabilir veya takas yapabilirsiniz. Herhangi bir nedenden dolayı giymediğiniz iyi durumdaki giysilerinizi çevrenizdekilerle paylaşabilir, veya ihtiyacı olan kuruluşlara bağışlayabilirsiniz. Tabii başka güzel bir opsiyon da daha önce bahsettiğimiz “ileri dönüşüm”, yani “upcycling”. Bu girişim, kullanım sürecinin sonuna geldiğine inandığınız için atılacak durumda olan eşyaların geri dönüşüm yerine, orjinal amaçlarından farklı bir şekilde yeniden düzenlenip, çevreye zarar vermeden değer kazandırılarak tekrar kullanıma koyulmasını içeriyor.

5. Bilinçli yıkayın: Elbise yıkama işlemi düşündüğünüzden fazla su ve enerji harcıyor. Yeterli kirli kıyafet birikmeden çamaşır makinenizi çalıştırmayın. Bu işlem için tüm kıyafetlerinizi iç kısımları dışarda kalacak şekilde makineye yerleştirebilir, mümkün olan en düşük sıcaklığı tercih edebilirsiniz. Önceden lekelenmiş olan noktalara biraz tuz sürerek yıkaman önce yarım saat suda bekletebilirsiniz. Fosfat içermeyen ve biyolojik olarak parçalanabilir (biodegradable) deterjanları tercih edin. Yeni bir makine almayı düşünüyorsanız enerjiyi en verimli şekilde kullananlara yönelmekte büyük yarar var.


Çise Ünlüer (27 Temmuz 2014)

ciseunluer@gmail.com

7/07/2014

Yeşil Olmanın 5 Yolu



Haberler, politika, teknoloji, ve hatta moda! Doğaya önem veren yeşil ürün ve yaklaşımları her yerde görmeye alıştık. Artık etrafımızda organik yiyecekleri tercih eden, hava ne kadar sıcak olursa olsun klima çalıştırmayan, ve yaşadıkları şehirlerdeki geri dönüşüm olanaklarını araştıran insanların sayısı gittikçe artıyor. Bugüne kadar alışılagelmiş alışkanlıklarınızda doğa dostu değişiklikler yapmak istiyor ama bir türlü gereken adımları atamıyorsanız, okumaya devam edin...

Konu ne olursa olsun, hayatımızda küçük değişkliler yapmak için bazen büyük resme bakmakta yarar var. Küreselleşmenin getirileri sayesinde dünya gittikçe küçülürken, bizden uzak başka ülkelerde yaşayan insanların nasıl yaşadıkları konusunda daha fazla bilgiye sahibiz. Artık aklımızın ucuna bile gelmeyen hayatlarla aramızdaki bağlar tahmin edebileceğimizden daha güçlü. Örneğin, Çin’de üretilen bir oyuncak, Avrupa’daki bir çocuğun hayat kalitesini etkileyebiliyor. Arjantin’de yetiştirilen bitkilerde kullanılan bir tarım ilacı, Amerika’daki halkın sağlığını bozabiliyor, Avusturalya’dan çıkan sera gazları, Brezilya’daki yağmur ormanlarının azalmasına neden olabiliyor...

Adeta senkronize olmuş hayatlar içerisinde bugün attığımız basit bir adımın gezegen üzerindeki iyi veya kötü etkisini öngörmek sadece biraz düşünce gerektiriyor. Bu noktada size iyi bir haberim var: Her ne kadar başkalarının hareketleri hayatlarımızı etkileyebiliyorsa da, birey olarak kendi seçimlerimizi ve dolayısı ile çevremiz ve dünya üzerindeki etkimizi kontrol altına almak tamamen kendi kontrolümüzde! Yediğimiz yemeklerden evimizi aydınlatmak için satın aldığımız ampüllere, tatile gideceğimiz mekandan kime oy vereceğimize kadar giden kararlarımız küresel bir etkiye sahip.

Unutmamamız gereken esas nokta: Dünyanın neresinde olursa olsun, doğayı canlı tutmak hepimizin yararına! Ancak şunu da vurgulamakta yarar var, yeşil bir hayat sürmek sadece yağmur ormanlarının korunması anlamına gelmiyor. Aynı zamanda sağlığımıza gereken önemi vermek, hayat kalitemizi artırmak anlamına da geliyor. Gelin bu alanda yapabileceğiniz 5 basit girişime yakından bakalım...

Gerçek yiyecekler tüketin! Gerçek derken mevsimine uygun, yerel, ve katkısız gıdalardan bahsediyoruz. Doğal ve yerel yiyecekleri tercih ederek, gıdaların evinize ulaşana kadar yüzlerce mil yol alıp küresel ısınmaya neden olmadığından emin olabilirsiniz. Mümkün oldukça mevsiminde ve taze yiyecekler tüketerek gereksiz paketlemenin önüne geçebilir; organik gıdalara yönelerek tüm baskılara rağmen katkısız üretim yapmaya çalışan tarım sektörünü destekleyebilirsiniz.

Yetişkin bir kadının cildi yaşamı boyunca yaklaşık olarak 2 kg kozmetik ürün emer. Buna benzer bir miktar erkekler için de geçerli! Vücudumuzun en büyük organı derimiz, sabunlardan güneş yağlarına, üzerine koyduğumuz kozmetik ürünlerin  yüzde altmış (60%)’ını emerek bu ürünlerdeki kimyalların vücudumuza karışmasına neden olur. Bu durumu ortadan kaldırmak için kimyasallardan arınmış kişisel bakım ürünlerine yönelebilir, gerçekten gerekmedikçe bu ürünleri kullanmamaya özen gösterebilirsiniz.

Mobilyalarınız, elbiseleriniz, arabanız, telefonunuz... Bugün sahip olduğunuz tüm eşyalar size ulaşana kadar tahmin edebileceğinizden çok daha fazla adımdan geçerek sadece üretimleri ile değil ulaşımları ile de çevreye zarar verir. Aldıklarınızın doğaya verikleri zararı biraz olsun azaltmak için her tüketiminizin farkında olarak, gerekliliğini sorgulayarak adım atabilirsiniz. Bu sorunu ortadan kaldırmanın en kesin yolu kontrolsüz tüketim alışkanlıklarından tamamem kurtulmak olsa da, mümkün oldukça sürdürülebilir kaynaklardan elde edilmiş hammadelerden üretilen, geriye dönüştürülebilen, veya ikinci el ürünleri tercih edebilirsiniz.

Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi ülkemizde de yatırımı yapılmaya başlanan yenilenebilir enerji kullanımını içeren girişimlere destek vermek, geleceğiniz için yapabileceğiniz en yararlı yatırımlardan biri. Günün büyük bir kısmında güneş gören ülkemizde kurulacak basit bir panel sistemiyle, neredeyse kesintisiz elektrik üretmek mümkün. Yapacağınız yatırımı 3-4 sene gibi kısa bir sürede geri ödeyen bu sistem, hem iş hem yerleşim yerleri için temiz ve sürdürülebilir bir enerji fırsatı sunuyor.

Ülkemizde yıllardır tam anlamı ile çözüm getirilmemiş olan toplu taşımacılık çıkmazı için kendi çözümlerinizi yaratın! Genelde kısa mesafelerde olan tüm toplantılarınıza yürüyerek veya bisikletle gitmeyi deneyin. Sizinle aynı bölgede çalışan komşularınızla araba paylaşımı için girişimlerde bulunun. Şu an planlama aşamasında olan bisiklet paylaşım programlarını destekleyerek, özellikle şehirlerin işlek caddelerinde belediyelerin bisiklet kullanımı için uygun yolları kurması için talepte bulunabilirsiniz.


Çise Ünlüer (6 Temmuz 2014)

ciseunluer@gmail.com

6/08/2014

Enerjide Yeni Bir Sayfa



Geçtiğimiz ay Soma’da yaşananlar kömür kullanımı hakkında ne kadar bilgisiz olduğumuzu bir kez daha gözler önüne serdi.

İsminden de anlaşılacağı gibi, fosil yakıtlar, milyonlarca yıldır var olan bitki ve hayvan fosillerinin türevleri olup, bu atıkların çürümesi ile oluşuyor. Doğal gaz ve petrol ile bu gruba ait olan kömür ise, sedimanter organik bir kaya. İşlemin ilk parçası olarak bu organik kütleler, uygun bataklık ortamlarda birikip çökeliyor, ve jeolojik işlevlerle birlikte yer altına gömülüyor. Gömülmenin yerin altında oluşturduğu basınç ve ortamın ısı şartlarından etkilenen organik maddenin bünyesinde, binlerce yıl sürecek olan fiziksel ve kimyasal değişimler meydana geliyor. Bu şartlara ek olarak volkanik faaliyetler, fay hareketleri, veya radyoaktif elementlerin bulunduğu ortamlarda yerin ısısı normalden çok daha fazla bir şekilde artabilir. Artan yer ısısı ile organik maddenin gittikçe kömür halini aldığı olgunlaşma süreci “Kömürleşme” (İngilizce’de “Coalification”) olarak adlandırılıyor.

Esas olarak karbon, hidrojen ve oksijen gibi elementlerin birleşiminden oluşan, ancak kum ve kil gibi inorganik maddeler de içerebilen kömür; bataklıklarda veya kaya tabakalarının arasında milyonlarca yıl ısı, basınç ve mikrobiyolojik etkilerin sonucunda meydana geliyor. Kömürlerin içersinde bulunan bu inorganik maddeler kömürün kalitesini direk olarak olumsuz bir biçimde etkileme özelliğine sahip.

Özetlemek gerekirse, artık hepimizin bildiği gibi yanabilen, katı fosil organik kütlelerdir kömür. Esas amacı sürekli artan elektrik ihtiyacımızı karşılamak için yakıt hammaddesi olarak kullanılmak olsa da, kimyasal madde üretimi gibi farklı alanlarda da kullanılıyor. Kömür katmanlarının jeolojik oluşumu, kömürün yer kabuğunun 400-4000 metre altında olduğunu gösteriyor. Almanya, Polonya, Rusya ve Çin kömür yatakları yününden dünyanın en zengin ülkeleri arasında sayılsa da, bünyesinde yaklaşık 1038 milyar tonun üzerinde faydalanılabilir kömür rezervleri bulunduran dünyanın, neredeyse her yerinde kömür kaynaklarına rastlamak mümkün. Bünyesinde 1.4 milyar ton taş kömürü ve 7.6 milyar tonda linyit kömürü bulunduran Türkiye’nin yıllık kömür üretimi 60 milyon tonun üzerinde.

Kömür hakkında birkaç gerçeği kabul etmenin zamanı çoktan geldi! Kömür yenilenemeyen, hava kirliliğine neden olan, insan sağlığını olmsuz etkileyen, yakıldığı zaman karbondioksit ve benzeri sera gazlarının salımıyla küresel ısınmaya neden olan, çıkarıldığı bölgelerdeki toprağın ekolojik dengesini bozarak doğaya zarar veren, işçiliği insan hayatını büyük tehlikeye koyan riskli bir yakıttır.

Kömürü yeraltı kaynaklarından çıkarmak için yeni teknolojiler üzerinde çalışılıyor olsa da, bu alandaki gelişmeler insalığın hızla artan enerji talebini karşılamaya yeterli olmadığı için kömür madenciliğinde insan gücu hala daha en önemli unsurlardan biri. Kömürün çıkarıldıkça can almaya devam edeceği kesin. Ama insanlığın bu büyük hatadan ne kadar ders aldığı tartışılır.

Çevre kirliliğinden Soma ve benzeri facialara kadar korkunç felaketlere neden olan kömür kullanımının azaltılması için artık daha fazla bir nedene ihtiyacımız yok! Her ne kadar günlük hayatta enerji kullanımına ihtiyaç duysak da, Soma’da yaşananların kader değil, tercihlerimizi yanlış yönde kullandığımızdan dolayı olduğunun farkında olmamız gerek. Artık davranışlarımıza çeki düzen vermenin zamanı geldi de geçiyor.

Bu noktada insan yaşamını, toprağı, suyu, ve iklimi yok etmeyen bir çözüme ihtiyacımız var. Şimdi planlı bir şekilde fosil yakıtlardan vazgeçerek güneş ve rüzgar gibi yenilenebilir kaynaklı enerjilere yönelmenin tam zamanı! Devletin bugüne kadar takip ettiği yanlış enerji politikalarında değişikliğe gitmesi ve fosil yakıtlara verdiği teşvikleri yenilenebilir enerjilere aktarması, yenilenebilir enerji sektörünün önünü açabilir. Böyle bir girişimle, bugün kömür sektöründe çalışan tüm işçiler yenilenebilir enerji sektörüne yönlendirilerek bu alanda güvenli bir şekilde çalışmaları sağlanabilir.

Enerji sektöründe sadece hızlı bir şekilde kar yapmaya odaklanarak denetim ve güvenlik maliyetlerinin azaltılmasına neden olan kısa vadeli planlardan, insan sağlığı için tehlike arz etmeyen ve gelecek nesillerin yaşama haklarını da göz önünde bulunduran uzun vadeli planlara öncelik verilmelidir. Çünkü “bu gezegende herkesin ihtiyacına yetecek kadar kaynak var, ama herkesin hırsına ve açgözlülüğüne yetecek kadar kaynak yok”.


Çise Ünlüer (8 Haziran 2014)

ciseunluer@gmail.com

4/27/2014

Ortak Malların Trajedisi



ABD’li çevre bilimci Garrett Hardin’in, 1968 yılında Science dergisinde yayınladığı makalesinde anlattığı teorisi, bugün yüzleşmek durumunda kaldığımız birçok soruna açıklama getiriyor. İngilizce’de  “The Tragedy of the Commons” şeklinde geçen “Ortak Malların Trajedisi” veya “Ortakların Kullanımı Trajedisi”, insanların ortak kullanımına açık olarak paylaşılan malların kaçınılmaz kötü kaderini gözler önüne seriyor...

Garrett Hardin’in teorisi gayet basit bir hikaye ile anlatılabilir: Koyunlarını develete ait bir otlakta otlatan bir grup çoban kullandıkları otlağın kalıcı zarar görmeden uzun süre kullanılabilmesinin herkesin yararına olacağını bildiği halde, kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmeyi tercih eder. Otlağın zarar görmeden herkes tarafından devamlı bir şekilde kullanılabilmesi için, çobanların koyunlarını gereğinden fazla otlatmamaları veya haklarından fazla koyunu otlağa salmamaları önemlidir.

Ancak ortak amaç aynı olsa da, her çoban kendi açısından baktığında, ne kadar çok koyun otlatabilirse o kadar gelir sağlayacağını bilerek açgözlü bir şekilde hareket eder. Bu da her çobanın mümkün olan en fazla koyunu mümkün olan en fazla miktarda otlatması ve aynı anda diğer çobanların hakkını yemesi anlamına gelir. Etraflarındaki çobanların durmadan koyun sayılarını arttırdığını ve otlağı gittikçe daha fazla kullandığını gören diğer çobanların da aynı bakış açısını benimsemesi uzun süre almaz.

Otlağı kullanan her çobanın kendi çıkarları doğrultusunda hareket etmesi ile otlak üzerindeki yük gittikçe artar ve zamanla sürekli artan koyun saysını karşılayamayacak hale gelir. Otlağı kullanan tüm çobanlar, bu durumun farkına varmalarına rağmen, uzun vadede otlağın yok olmasına neden olduklarını bile bile, etraflarındaki çobanların davranışlarını kontrol edemeyeceklerini bildikleri için otlağa zarar vermeye devam eder.

Aslında bu durumu anlamak o kadar da zor değil. Çünkü aynı kaynaktan yararlanan diğer insanların kaynaktan bir damla daha fazla kullanması durumunda sizin de mümkün olan en fazla şekilde kaynağı kullanmak isteyeceğiniz aşikardır. Ortak kullanılan bir kaynağın bireysel kararlar sonucunda zarar görmesi, Ortak Malların Trajedisi teorisinin anlattığı kaçınılmaz kırılgan durumdur. Bir diğer değişle, trajedi, ortak mal olan otlağın geri dönüşü olmayan bir zarar görmesi ve tükenmesidir.

Teori, başkalarının da kendisi gibi düşüneceğini hesaba katmadan bireysel çıkarlar doğrultusunda atılan adımlar, yanlış olduğunu bile bile sadece kendi çıkarlarını düşünerek kısa vadede maksimum fayda elde etmek amacıyla ortak kaynakları aşırı kullanan insan güdüleri, ve kollektif eylemlerdeki uyumsuzluğun bir araya gelmesi ile ortak kullanılan kaynakların uzun vadede tüketilmesinin kaçınılmazlığını vurguluyor. Aslında bugün yüzleştiğimiz birçok durumu açıklayabilecek derecede önemli Hardin’in teorisi. Örneğin yeterli miktarda büyümelerine fırsat vermeden yediğimiz için sonu tükenmekte olan balıklar, sürekli kirlettiğimiz su kaynaklarımız, ve havadaki miktarları hiç durmadan artan sera gazları...

Ortak olarak kullanılan mallar dört temel mülkiyet hakkı içinde yer alabilir: Açık erişim, özel mülkiyet, devlet mülkü, ve toplumsal mülkiyet, yani ortak mal. Bu alanda yapılan akademik araştırmalar, Ortak Malların Trajedisi’ni engellemek için “firma teorisi” ve “devlet teorisi” olarak da bilinen iki temel çözüm önerisi sunuyor. Adından da anlaşılacağı gibi, devlet teorisinde, önceden ortak olan kaynakların devlet kontrolü altına alınması öneriliyor. Diğer teori ise, ortak malların özelleştirilmesinin sorunu çözeceğinin altını çiziyor. Ancak, toplumsal malların, iktisadi bakımdan kontrol ve işletilmesi alanında yaptığı çalışmalar ve katıklarından dolayı 2009 yılında ekonomi alanında Nobel alan ilk kadın olan ABD'li politika bilimci ve ekonomist Elinor Ostrom aynı fikirde değil.

Ostrom, ne tek başına devlet müdahalesinin ne piyasa mekanizmasının doğal kaynakların etkin kullanımında uzun süreli başarıyı sağlayamayacağını; ancak ne devlete ne de piyasaya benzeyen kendi kendine organize olmuş kurumların çoğu zaman ortakların trajedisi sorununu çözmekte başarılı olduğunu gerçek hayat örnekleri ile ortaya koyuyor. Buna verilebilecek en iyi örnek, ortak kullandıkları denizdeki balıkların tükenmemesi için kendi aralarında toplanıp anlaşarak, aldıkları ortak kararla denizi belirli bir düzene göre eşit haklarla kullanan ve bu sayede uzun vadede denizdeki balıkların tükenmesini engelleyen balıkçılar. Gelişmiş ülkelerde buna benzer geliştirilen bir başka sistem avcılıkta kullanılan kota yönetimi.

Hardin’in teorisine getirilen en sağlam ve uzun vadeli çözümlerin, kaynak kullanıcılarının kendi aralarında anlaşıp risk paylaşımını da göze alan sağlıklı bir diyalog ve işbirliği çerçevesinde ortak mallara zarar vermeden kullanılmasını içerdiği aşıkar. Etrafınıza biraz dikkatli bakarsanız, günlük hayatınızda bahsi geçen “trajedi”ye uygun birçok ortak kullanım örneği görebilirsiniz. Çevreye zararlı olduğunu bildiğimiz halde sürdüğümüz arabalarımız, temizliğinin sadece belediyelerin sorumluluğu altında olduğunu sandığımız için hiç düşünmeden kirlettiğimiz sokaklarımız...


Çise Ünlüer (27 Nisan 2014)

ciseunluer@gmail.com

4/18/2014

Dünyanın En Yeşil Şehirleri



Kim derdi ki bir gün gelecek, insanlar daha sürdürülebilir bir yaşam sürme yolunda arabalarından vazgeçecek? Bu henüz ülkemizde oturmamış bir fikir olsa da, bazı önde gelen Avrupa şehirlerinde yıllardır süregelen trafik ve hava kirliliğinden kurtulmak isteyen yerli halk, yaşadıkları şehirleri daha yaşanılabilir kılmak için rahatlıktan vazgeçmeye hazır!

Buna en güzel örnek, 2011 yılında Avrupa’nın en yeşil başkenti seçilen Almanya’nın Hamburg şehri. Hamburg belediyesi yirmi yıl sürecek bir planla bugün şehrin içinden geçen tüm arabaları dışardan dolaşacak şekilde yöneltecek. Önümüzdeki birkaç yıl içerisinde Hamburg’da yeşil bir ulaşım ağı kurmayı planlayan şehir yönetimi, yaya ve bisiklet yollarını birleştirerek şehir içerisindeki trafik akışını rahatlatmayı hedefliyor. Plan kapsamında ele alınan bir diğer alan yeşil alanlar. Buna göre, mevcut yeşil alanlar genişletilecek ve yeni park, ortak bahçe, ve oyun alanları yaratılarak şehirdeki toplam yeşil alan miktarı artırılacak. Burdaki esas hedef, tüm halkın, şehrin her bir noktasına yayılmış olacak olan yeşil alanlara bisiklet yoluyla veya yürüyerek rahatça ulaşabilmesi.

Plan tamamlandığı zaman Hamburg, şehrin toplam alanının yüzde kırk (40%)’ını oluşturan yaklaşık 70 milyon metre karelik bir alanı kaplayan yeşil alana sahip olacak. Buna göre haftasonu dinlenmesi için normalde araba ile şehir dışına çıkma ihtiyacı duyan insan sayısı azalacak. Hem de tüm bunlar, araçların şehrin en işlek caddelerine girmesini yasaklamadan mümkün olacak! Çünkü Hamburg yönetimi, şehri yeşil bir halka şeklinde çevreleycek olan doğa dostu girişimlere tüm halkın onay vereceğini ve buna göre davranışlarını düzenleyeceğini biliyor.

Girişimlerin bir başka hedefi, yarım yüzyılda avaraj sıcaklıkların 9 derece yükseldiği Almanya’nın en büyük ikinci şehri Hamburg’da artan sıcaklıkları ve sel olaylarını engellemek. Tabii bu gibi yeşil girişimlerde bulunan tek büyük şehir Hamburg değil. Doğa dostu girişimlerde dünya liderlerinden olan Kanada’nın Vancouver şehri, 2020 yılına kadar dünyanın en yeşil şehri olma hedefine doğru emin adımlarla ilerliyor. Hidroelektrik enerjisinin toplam enerji ihtiyacının yüzde doksan (90%)’ını karşıladığı şehirde, rüzgar, güneş, ve dalga enerjileri gibi farklı yenilenebilir enerji kaynaklarını da görmek mümkün.

Vancouver’in öne çıktığı bir başka alan ise 248 mil boyunca uzanan bisiklet yolları ve yüksek rağbet gören araç paylaşım programları. 2020 yılına kadar devreye sokmayı planladıkları katı yeşil bina yönetmelikleri ve mevcut binaların enerji verimliliklerini artırmayı şart koşan yasaları sayesinde, şehrin karbon nötr yapılar alanında da lider olması bekleniyor.

Bu alanda önde gelen bir diğer şehir, ABD’nin en yoğun nüfusuna sahip şehirlerinden biri San Francisco. Hava temizliğinden atık yönetimine, çevre dostu ulaşım olanaklarından bilinçli halkına kadar her alanda örnek alınması gereken bir şehir! Bu girişimlerin hem orda yaşayan halk hem de ziyarete gelen turisterin yaşam kalitesini artırdığını söyleyen şehir yönetimi, şehirden çıkan tüm atığın yaklaşık yüzde seksen (80%)’ini geri dönüştürüyor, toplam alanının yüzde yirmi (20%)’sini yeşil alan olarak halkın kullanımına sunuyor, ve 500’e yakın yeşil standart LEED (Enerji ve Çevre Dostu Tasarımda Liderlik) onaylı yeşil bina bulunduruyor. San Francisco’nun lider olduğu bir başka alan ise şehrin farklı noktlarına yerleştirilmiş 200’e yakın şarj istasyonu ile yoğun talep gören elektrikli araba kullanımı.

Yeşil girişimleri ile örnek alınması gereken bir başka şehir Norveç’in başkenti Oslo. Toplam alanının yüzde yetmiş (70%)’ini koruma altında olan ormanlar, su yolları, ve tarım alanlarının oluşturduğu şehrin, Avrupa’nın önde gelen sürdürülebilir şehirlerinden biri olarak tanımlanması süpriz değil! Yeşil alanda yapılan öncü girişimleri arasında trafik yoğunluğu ve hava durumuna göre gereken ayarlamayı yapan akıllı ışıklandırma, atıklardan üretilen biyo-metanın toplu taşıma araçlarında ve ısınmada yakıt olarak kullanılması, ve şehirde çalışan binlerce insanı ve işyerini kapsayan eko-sertifikalandırma programı geliyor.

Bu girişimleri sayesinde Oslo yönetimi, 2030 yılına kadar karbon emisyonlarını yarı yarıya azaltmak ve 2050’ye kadar karbon nötr olmayı hedefliyor! Bu planlarının en büyük parçası olarak da ulaşım sektörününü ele alan şehir, bugün kullanımda olan araba ve bisiklet paylaşım programlarına ek olarak, elektrikli araçlara ücretsiz park yeri ve trafikte öncelik hakkı sağlayarak halk tarafından tercih edilmelerini sağlıyor. Bunun yanında, bugün yüzde seksen (80%)’i fazla atıklardan elde edilen biyokütle ve diğer yenilenebilir enerjilerle çalıştırılan ısıtma sistemleri, önümüzdeki on yıl içerisinde yüzde yüz (100%) yenilenebilir enerji kaynaklı olacak şekilde planlanıyor.

Dünyanın farklı noktaları, gelecek nesillerin devamlılığını destekleyen sürdürülebilir tasarım ve yaşam stillerine yönelirken, bu alanda atılan adımların ülkemizde de örnek alınarak uygulanması en büyük dileğimiz.


Çise Ünlüer (13 Nisan 2014)
ciseunluer@gmail.com

3/22/2014

An-be-an şampuan



Bu üç senaryodan en az birini yaşamış olma ihtimalinizin çok yüksek olduğunu düşünüyorum: Kişisel bakım ürünlerindeki insan sağlığı için tehlike arz eden çeşitli kimyasalların farkına vardığınız anda ilk yaptığınız yıllardır kullanmakta olduğunuz şampuanınızın arkasını okumak ve anında bu ürünlerden vazgeçmek oldu! Veya büyük ümitlerle aldığınız güzel kokulu, denemeye sabırsızlandığınız yeni şampuanınız saçınızda yarattığı kötü etkisiyle büyük hayal kırıklığına neden oldu. Ya da kaldığınız otellerde verilen küçük şampuan şişelerinden oluşturduğunuz koleksiyon artık kontrolden çıkmaya başladı. Nedeni ne olursa olsun, özellikle parabenlerin sık kullanıldığı bu ürünler bir kenara atılmış olarak evinizde yer kaplıyor ama atmaya kıyamıyorsanız, bu yazı ilginizi çekecek...

İlk olarak kişisel ürünlerin temizliği ve bakımını ele alacak olursak... Parlaklığı azalan deri ayakkabı ve çantalarınızı şampuanla ıslatacağınız bir kumaş bezle silebilir, ilk günkü gibi parlamalarını mümkün kılabilirsiniz. Sadece ayakkabı ve çantalar değil, elde yıkamayı gerektiren narin elbiselerinizi yıkarken de deterjan yerine şampuan kullanabilirsiniz. Boya ve ter izleri dahil olmak üzere kıyafetleriniz üzerinde oluşan her türlü lekeden kurtulmak için yıkamadan önce bu lekelerin üzerine birkaç damla şampuan damlatarak makineye atabilirsiniz. Zamanla akıcılığı bozulduğu için takılan fermuarlarınızın üzerine birkaç damla şampuan sürerek kolayca hareket etmelerini sağlayabilirsiniz.

Sıcak suda yıkandığı için çeken kazaklarınızı eski boyutlarına döndürmek istiyorsanız ılık suya ekleyeceğiniz biraz bebek şampuanı ile yaratacağınız karışımda kazağınızı 15-20 dakika bekletmek işinizi kolaylaştıracak. Daha sonra kazağınızı bu karışımdan çıkarıp kapalı bir poşet içerisinde temiz suda bekletin. Son olarak kazağı poşetten çıkarıp kuru bir havlu üzerinde kurulayarak fazladan biriken nemi alın ve eski şekline gelecek şekilde elinizle yavaşça şekillendirin. Kuruduğu süre boyunca belirli aralıklarla kazağınızı şekillendirmeye devam edin. Sabrınızın ödüllendirileceğinden emin olabilirsiniz!

Fazla şampuanların kullanışlı olacağı bir diğer alan kişisel temizlik. Eğer içinde zararlı kimyasallar bulunmuyorsa, fazla şampuanlarınızı banyo köpüğü, duş jeli, saç kremi, traş kremi, veya sabun olarak da kullanabilirsiniz. Gün sonunda makyajınızı temizlemek için bir pamuk üzerine dökeceğiniz birkaç damla şampuan yeterli olacak. Eğer kuru bir cilde sahipseniz, yüz temizleyicisi olarak bebek şampuanlarını tercih edebilirsiniz. El ve ayaklarınızda kuruyan derinizi yumuşatmak için şampuanlı suda biraz bekletmek işe yarayacak. Traş kremi yerine şampuan kullanmak hem gerekli temizliği sağlayacak hem de derinizin kurumasına engel olacak. Aynı şekilde, şampuanlarınızın sıvı sabun olarak da kullanılabileceğini unutmayın.

Sık kullanımdan dolayı kirlenen saç fırçanız veya tarağınızı temizlemek için bir kap içerisine yerleştireceğiniz ılık suya birkaç damla şampuan ekleyerek fırçanızı bu karışımda biraz bekletmek yeterli olacak. Zamanla banyo duvarınızda belirgenleşen saç spreyi izlerini çıkarmak için şampuanlı su ideal bir çözüm. Şampuanı sadece kişisel temizliğiniz için değil, evdeki hayvan dostlarınız ve bitkilerinizin temizliğinde de kullanabilirsiniz. Bunun için bir kap suyun içine ekleyeceğiniz birkaç damla şampuan, uygun bir bezle yaprakları temizlemenizde yardımcı olacak. Özellikle gözleri yakmayan bebek şampuanları, köpek ve kedilerinizin temizliğinde de rahatlıkla kullanabileceğiniz bir ürün.

Evinizin farklı köşelerini de şampuanla temizlemek mümkün. Temizlemesi zaman alan mermer, fayans, buzluk, fırın, ocak, tuvalet, lavabo ve banyo küvetiniz için deterjan kullanmak yerine şampuan ile temizlemeyi deneyebilirsiniz. Kış aylarında severek kullandığınız halılarınızın üzerinde oluşan lekeleri şampuanlı su ile ortadan kaldırabilirsiniz. Arabanızın temizliğinde de şampuan kullanarak her noktasını parlatabileceğinizi unutmayın.

Şampuanın kullanım alanları sadece kişisel bakım, temizlik ve tekstil ürünlerinin bakımı ile kısıtlı değil. Örneğin yaranızı koruması için yapıştırdığınız yara bandını çıkarmayı düşünüyor ancak yaratacağı acıdan çekiniyorsanız, yapışkan kısmının üzerini birkaç damla şampuanla ıslatıp kolayca çıkarabilirsiniz. Senelerdir dokunmadığınız için sıkışan vidaları şampuanla gevşetebilir, ses çıkararak rahatsızlığa neden olan menteşelere şampuan sürererek sesi ortadan kaldırabilirsiniz. Ve en eğlencelisi, baloncuk yapmaktan zevk alan çocuklarınıza gereken karışımı hazırlamak için şampuanı sulandırabilirsiniz.


Çise Ünlüer (16 Mart 2014)

ciseunluer@gmail.com

2/28/2014

O Brokoli Bitecek! (mi)?



Bugün market raflarını “süsleyen” birbirinden renkli yiyeceklerin her birinin içinde ne olduğunu anlamak için yanımızda büyüteçle gezerek, ve sürekli gıda paketlerinin üzerindeki “içindekiler” kısımlarını okuyarak anlamadığımız her ürünün sağlığımız üzerindeki etkilerini tek tek internetten araştırmak gerekiyor. Ve farklı sorumluluklarla dolu, zaten yoğun geçen hayatlarımıza yeni bir sorumluluk eklemek üzerimizdeki yükü gereğinden fazla arttırıyor.

Paketlenmiş, uzun ömürlü gıdalardan uzak durmanın en basit yolu, “içindekiler” kısmını okumaya gerek bırakmayan taze yiyeceklere yönelmek. Çocuklarınızın da siz zorlamadan meyve ve sebzeleri tercih etmelerini, yanlız kaldıklarında da seçimlerini sağlıklı gıdalardan yana yapmalarını mümkün kılmak düşündüğünüzden çok daha basit! Bu alanda yapılan araştırmalar, çocukların birbirinden yararlı meyve ve sebzelere yönelmesini kolaylaştıracak pratik çözümler sunuyor.

Çocukların çevrelerindeki büyükleri örnek alarak öğrendiklerini hepimiz biliyoruz. Bu durumda önünüzde koca bir paket yağlı patates cipsi dururken çocuğunuza tabağındaki brokolileri bitirmesi için ısrar etmeniz pek işe yaramaz. Çocukların sürekli etrafındakileri kopyaladıklarını unutmadan, çocuğunuzda görmek isteyeceğiniz alışkanlıkları önce kendiniz sahiplenerek işe başlayabilirsiniz.

Konu ne olursa olsun, çocuklar yaratıcı oyunları sever. Önündeki brokoli tabağının mucizevi bir şekilde kolay bitmesi, hayal gücünüzü ve yaratacılığınızı konuşturacağınız küçük bir oyuna bağlı olabilir. Çocuğunuzu brokolileri yiyerek düşmanları yok edecek güçte bir dinazor olduğuna inandırmanız hem sizin işinizi kolaylaştıracak, hem de yemek yeme aktivitelerini çocuğunuz için de çok daha eğlenceli hale getirecek. Konu brokoli olsa bile!

Konu oyunlardan açılmışken, hazırlayacağınız yemeğin planlama veya hazırlama aşamalarına çocuklarınızı da dahil ederek yaratıkkları “eseri” daha kolay tükettiklerine şahit olabilirsiniz. Market alışverişlerinizde çocuklarınızı da yanınıza alarak ürün seçiminde onlara da seçme hakkı verin. Daha sonra yemeğin hazırlanışında yardım edebilecekleri bir alan belirleyerek bu sürece katılmalarını sağlayın. Vereceğiniz iş ister basit bir salata karıştırma, ister meyveleri küçük parçalar halinde kesme olsun, çocuğunuz size yardım ederken zevk alacak, zevk alarak hazırladığı yemekleri daha sonra sizin ısrar etmenize hiç gerek kalmadan tüketecek.

Hayatınız her ne kadar yoğun olursa olsun, günün sonunda ailenizle sağlıklı bir akşam yemeği tüketmek istiyorsanız önceden plan yapmanız gerekebilir. İlk adım olarak bütün bir hafta yerine sadece bir-iki günün yemeğini planlamakla başlayabilirsiniz. Mutfağınızı kepekli tahıllar, baklagiller, ve çeşitli sebze ve meyvelerle doldurarak ve bu ürünlerle hazırlayabileceğiniz birkaç basit tarif belirleyerek hazırlığın çoğunu tamamlayabilirsiniz. Aklınızdaki yemek ne olursa olsun, yanında bir salata hazırlamayı kendinize kural edinerek sağlıklı beslenme yolunda sağlam bir adım atabilirsiniz.

Çocukların her 3-4 saatte bir yemek yediğini veya atıştırdığını düşünecek olursak, bunları önceden planlayarak çok daha sağlıklı seçimler yaptıklarından emin olabilirsiniz. Örneğin, okul kantinlerindeki birbirinden yapay boya ve şekerlerle dolu sahte gıdalar yerine, önceden hazırlayıp çantasına koyacağınız kesilmiş taze meyve ve sebzeleri tüketmesini sağlayabilirsiniz. Birkaç hafta evvel, evde nasıl hazırlanacağını anlattığımız ev yapımı yoğurda biraz bal katarak hem kendiniz hem çocuğunuz için harika bir ara öğün yaratabilirsiniz. Ya da en basiti, taze fındık, badem, ve cevizden küçük bir karışım hazırlayarak çocuğunuza yanında götürmesi için verebilirsiniz.

Bugüne kadar ne kadar sağlıklı oldukları konusunda çok düşünmeden farklı gıdalar tüketmeye alışmış çocuğunuzun aniden tamamı ile değişmesini bekleyemezsiniz. Yetişkinler için bile gayet zor olan değişimin çocuklar için bir o kadar daha zor olduğunu unutmadan, her pozitif adımı ödüllendirmeye çalışın! Bu şekilde, sağlıklı yiyecekler içeren gıda seçimlerinin olumlu tecrübelere dönüşmesini sağlayacak ve zamanla gelişimine sadece pozitif katkısı olan yiyeceklere yönelmesini mümkün kılacaksınız.

Çocuklar ve yetişkinler dünyayı farklı gözlerle görür. Bu nedenle farklı değerlere sahip olurlar. Örneğin, çocuklar sağlıklı beslenme kavramını hiçbir zaman yetişkinler kadar önemsemez, ciddiye almaz. Bu nedenle çocuklarınızın önemsediği bir konuya ilişki kurarak sağlıklı beslenmenin önemini vurgulayabilirsiniz. Nerdeyse her çocuk daha hızlı büyümek, etrafındakilerden çok daha güçlü olmak ister. Çocuğunuza sunduğunuz sebze ve meyvelerin sağlıklı oldukları için tüketmesi gerektiğini söylemek yerine, onu daha “güçlü” kılacağını, başka bir değişle “büyük adam” olmasını sağlayacağını anlatırsanız, o brokolilerin gözünüzün önünde yok olacağını göreceksiniz!

Yetişkinler gibi küçük çocuklar da farklı renklerin bir araya gelmesinden hoşlanır. Ne şanslıyız ki doğa bize birbirinden güzel renklerle süslenmiş yiyecekler sunuyor! Farklı renklerden oluşan sebze ve meyveleri bir araya getirerek çocuğunuzun beğeneceği bir yemek hazırlayabilirsiniz. Çocukların farklı renkleri ayrı ayrı denemeyi hoşlandığını unutmadan her ürünü tabakta ayrı duracak şekilde ayarlayabilir, çocuğunuzun tüm tatlardan tek tek zevk almasını sağlayabilirsiniz. Hazırladığınız yemekleri çocuğunuzun beğeneceği şekillerde tabağına yerleştirerek de ilgisini çekebilirsiniz. Örneğin sebzelerli tabakta gülen bir yüz haline getirmek olumlu bir yemek tecrübesi için güzel bir adım.

Beğenmediği ürünleri bitirmesi için çocuğunuzu zorlamanın olumsuz bir yemek tecrübesi yaracağını ve onu bu gıdalardan daha da uzaklaştıracağını bilmekte yarar var. Her ne da kadar sağlıklı gıdalarla beslenmesini istiyorsanız, bu süreç boyunca çocuklarınıza karşı ancak sabırlı ve anlayışlı davranarak sonuca varabilirsiniz. Bazı sebzeleri siz bile tüketmekte zorlanırken çocuğunuzun bu ürünleri kolayca tercih etmesini bekleyemezsiniz. Kendi başına çok tadı olmayan salatalık, kereviz, ve havuç gibi sebzeler evde hazırlanmış güzel bir humus, domates salçası, veya yoğurda batırılarak çok daha güzel bir tat elde edilebilir.

Alışkanlıklar küçük yaşlarda oluşmaya başladığından çocuklarınızın doğru gıdaları tercih etmeleri için gereken adımları en erken zamanda atmakta yarar var. Çocuğunuzun sebze ve meyveleri sadece tüketmesi yeterli değil – yediklerini sevmesi ve yemek tecrübesinden zevk alması da çok önemli! Bu şekilde hem kendi işinizi kolaylaştırır, hem de sağlıklı beslenmenin çocuklarınızda kalıcı bir alışkanlığa dönüşmesini sağlayabilirsiniz.


Çise Ünlüer (2 Mart 2014)

ciseunluer@gmail.com

2/19/2014

Çöpten Yaşam Felsefesi: Freeganizm



Dünyanın farklı noktalarında çöp karıştırarark yiyecek arayan bir grup insan olduğunu biliyor muydunuz? İlk akla gelen, başka bir fırsatı olmadığı için bu yönteme başvuran insanlar olabilir, ancak konumuz bu değil. Konumuz, gittikçe artan tüketim çılgınlığına tepki göstermek ve kapitalist döngüyü kırmak için çöpte buldukları taze yiyecekler ve kullanılabilir durumdaki eşyalara yeni hayat veren “freegan”lar.

Yeryüzündeki kaynakların kullanımı için rekabet etmek yerine paylaşmayı öneren freeganizm kültürü, mevcut ekonomik sistemde bir köle olarak hem kendimize hem çevremize verdiğimiz zararı azaltmak için tüketimden vazgeçmeyi hedefleyen bir stratejiden yola çıkıyor. İngilzcedeki “özgür” ve “bedava” anlamına gelen “free” ve “hayvansal  gıdaları tüketmeyen” yaklaşımı anlatan “vegan” kelimelerinin bir araya gelmesiyle oluşan freeganizm hareketinin nasıl başladığını anlamak için çok da geçmişe gitmeye gerek yok. 1990’lı yıllarda dünyada başgöstermeye başlayan materyalizm ve kontrolsüz tüketim çılgınlığına tepki olarak gelişen akım, hayatlarını mümkün oldukça yeni ürünler satın almadan devam ettiren bir grubu içeriyor.

Bu anlayışa göre, taze olmasına rağmen çöpe atılan yiyecekler, halen giyilebilir durumda olan kıyafetler ve benzeri eşyalar atıldıkları yerlerden freeganizm anlayışını benimseyen insanlar tarafından çıkarılarak yeni hayat buluyor. Freeganlar gerekmeden yapılan tüketime ve israfa, ve dünyada açlıkla savaşan binlerce insan varken insanların, büyük süpermarketler, ve restoranların savurganlığına karşı. İnsaların bu konudaki duyarsızlıklarını bir nebze düzeltmek için sorumluluk alarak çöplere dalan bu grup, bazı kaynaklar tarafından İngizce’de “dumster diver” olarak geçen “çöpe dalanlar” olarak da anılıyor.

Başlangiç noktası ABD olan bu hareket kapsamında, gereksiz tüketimin engellenmesinin yanında çevre temizliği de gereken ilgiyi görüyor. Zamanla İngiltere, İsveç, Brezilya, Estonya, ve Güney Kore’den başlayarak dünyanın dört bir yanına yayılmaya devam eden freeganizmin en aktif olduğu şehirlerden biri New York. Yaşadıkları şehirlerde bulunan süpermarket ve restoranların “atık” olarak çöpe bıraktığı ürünler; düğünler, şirket toplantıları, ve mezuniyet törenleri gibi büyük organizasyonlardan sonra çöpe giden fazla gıdalar freeganların gıda ihtiyacını karşılıyor. Özellikle New York ve Londra gibi büyük şehirlerde hiç kullanılmadan etiketleri ile çöpe atılan ürünler, israfı önlemeye ve tüketimin çevre üzerindeki etkilerini azaltmaya çalışan freegan grubunun büyümesine yardımcı oluyor.

Freeganizm, hem geridönüşüm hem de gereksiz yere çöpe giden malzemelerin yeni kullanım bulması veya paylaşılmasına değinen “atıkların asgariye indirilmesi ve geri kazanımı”; otostopçuluk, bisiklet ve ortak araç kullanımını anlatan “çevre dostu ulaşım”; terkedilen binaların yaşanılabilir alanlara çevrilmesini mümkün kılan “ücretsiz barınma”; ve birçok tarım ilacına maruz kalan ürünler yerine küçük bahçelerde yetiştirilen organik gıdaları öneren “yeşile dönüş” ilkeleri etrafında yoğunlaşıyor. Freeganizm felsefesinde çöp diye birşey yok, yani hiçbir şey atık olarak değerlendirilmiyor. Bu girişimle ilgilenen insanların tamir yeteneklerini geliştirmek için kurslar düzenleyen freeganlar, bulundukları şehirlerdeki kullanılmayan boş binaları yaşam alanlarına dönüştürme konusunda gayet yetenekli. Hal böyle olunca ulaşımlarını da hem insan sağlığı için yararlı hem de çevre için zararsız olan bisikletle karşılamalarına şaşmamak gerek. Tabii bunu gerçekleştirmek için de eskiyen veya bozulduğu düşünüldüğü için çöpe atılan bisikletleri tamir etmekle işe başlıyorlar.

Bu noktaya kadar okumaya devam etmişseniz, nasıl freegan olunduğunu da merak etme ihtimaliniz yüksek. Aslında çok da büyük zahmetler gerektirmeyen girişimin parçası olmak için ne vegan olmanıza ne de yiyeceğinizi çöpten çıkarmanıza gerek yok. İhtyacınız olan sadece biraz çevre duyarlılığı. Özellikle insan nüfusunun yoğun olarak bulunduğu büyük şehirlerde, çalışır durumda elektroniklerden etiketleri çıkarılmamış giyeceklere ve paketleri hiç açılmamış yiyeceklere ev önlerinde veya çöplerde rastlamak mümkün. Eğer bu bir opsiyon değilse, para karşılığı olmak yerine değiş tokuş içeren marketler, ikince el ürünlerin düşük ücretlere satıldığı pazarlar, ve internet üzerinden kullanılmayan eşyaların ihtiyacı olanlara ulaşmasını sağlayan freecyle ve benzeri platformlara yönelmek bu yolda atılacak adımların başında geliyor.

Bugün evinizde yer kaplayan, çeşitli nedenlerden dolayı kullanmadığınız ürünleri ihtiyacı olacakların kullanımına sunmak için girişimlerle başlayabilirsiniz. Çünkü sizin ihtiyaç duymadığınız bir ürün başkasının hayatını değiştirebilir. Mutfağınızdaki eskiyen gıdalar bile gübreye dönüştürülerek bitkilerinize yaşam verebilir! Genel olarak tüm tüketim alışkanlıklarınızı gözden geçirip gerekliliklerini sorgulamak ve mümkün oldukça ikinci el ürünlere yönelmek, çevreye verdiğiniz zararı azaltma yolunda büyük yol kat etmenizi sağlayacaktır.

Çünkü hepimiz biliyoruz ki gerçek mutluluk alışverişte veya gerekmediği halde ısrarla devam ettirdiğimiz fazla tüketimde değil! Elimizde bulunan kısıtlı vaktimizi tüketerek dünyaya zarar vermek yerine sevdiklerimizle geçirmeye yönelerek sadece kendimizi mutlu etmekle kalmaz, etrafımıza da yaydığımız olumlu enerji ile daha büyük bir değişimi mümkün kılabiliriz.


Çise Ünlüer (16 Şubat 2014)

ciseunluer@gmail.com

2/01/2014

Monsanto’nun Yalanları



Geçtiğimiz yıl Fransa’daki Caen Üniversitesi’nde yapılan ve Uluslararası “Food and Chemical Toxicology” dergisinde yayınlanan, GDO’ların canlı sağlığı üzerindeki etkilerinin, bugüne kadar yapılan tüm kısa vadeli testlerden çok daha ciddi boyutlarda olduğunu gösteren araştırmanın sonuçlarından bahsetmiştik. Tüm dünyada büyük yankı uyandıran araştırma sonuçlarını tek cümlede özetlemek gerekirse: araştırma kapsamında GDO’lu mısırla bselenen klinik farelerinde çoklu organ büyümeleri, tümör ve kanser!

Etkilerini anlamak için bugüne kadar hep üç ay gibi kısa süreli klinik testlerinden geçirildikten sonra onay verilen GDO'ların zararlarının bu şekilde anlaşılamayacağı uzun süredir tartışılıyordu. Çünkü son yapılan araştırmalara göre, dünyada GDO’lu tohum pazarının yüzde doksan (90%)’ını elinde tutan Amerikan şirketi Monsanto'nun ürettiği NK603 adıyla piyasaya sürülen genetiği değiştirilmiş mısır çeşidinin verildiği farelerde, 13. aydan itibarem tümör, kanser, ve organ büyümeleri gibi etkiler gayet net bir şekilde görülüyor. Yani GDO’ların gerçek etkisini anlamak için 3 ay gibi bir süre yeterli değil.

Bu noktada reklamlar ve pazarlama tekniklerinden arınmış ürünlerin gerçek yüzünü görebilmek gerekiyor. İnsan sağlığını hiçe sayarak kazanç sağlayan Monsanto’nun insanları kandırmak için hazırladığı reklamlarda geçen, bu canavar şirketin tek derdinin çevreyi korumak olduğu izlenimini veren satırlar şöyle: “Aynı büyüklükteki bir alanda daha fazla ürün yetiştirebilsek, bir damla yağmur suyundan daha fazla su elde edebilsek, çevreye önem gösterirken doğal kaynakları koruyabilsek...”!

Dünyanın hızla artan nüfusunun yiyecek talebini karşılamak için geliştirildiği öne sürülen ve 21. yüzyılda yaygınlaşması beklenen GDO’lu yiyeceklerin en iddialılarından biri, henüz test edilmemiş olduğundan belirsizliğini koruyan insan sağlığı üzerindeki olası korkutucu etkilerinden dolayı halk arasında “frankenfish” olarak geçen, ve genetiği oynanmış ilk hayvan olarak tarihte yerini alan somon balığı. Amerika’da ticari ismi ile “AquAdvantage salmon” olarak bilinen GDO’lu somon, normal okyanus somonundan en az iki kat daha hızlı büyüyor ve bu süreç boyunca yiyeceğine katılan hormonların da yardımı ile boyut olarak okyanustaki kardeşlerinden kat kat büyük bir hal alıyor. 1996 yılından beri geliştirilen ve 2010 yılında Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi FDA tarafından onaylanan GDO’lu somonun, yakın tarihte marketlerde yerini alması bekleniyor.

GDO’lu tohumları hayatımıza sokan Monsanto’nun yakın geçmişine bakacak olursak, şirketin karanlık yüzünü ve kirli geçmişini gayet net bir şekilde görebiliriz. 1901 yılında Amerika’nın Missouri eyaletinde kurulan, 1940’lara kadar Amerika’nın en büyük plastik üreticisi pozisyonunu alan Monsanto, daha sonra güvenilirliği tartışılan ve kullanımı yasaklanan DDT (dichlorodiphenyltrichloroethane) gibi böcek ilaçları; çevresel faktörlere dayanılıklarından dolayı elektrik kabloları, hidrolik sistemler ve yapıştırıcılarda kullanılan ancak daha sonra yüksek oranda toksik olduğu anlaşılınca kullanımı yasaklanan Poliklorlu Bifenil (Polychlorinated biphenyls, PCB); içerisinde ölümcül bir toksin madde olan dioxin’i bulunduran, Amerikan ordusu tarafından Vietnam’da kullanılan ve sonucunda binlerce kişinin ölümüne, binlerce bebegin de kusurlu doğmasına neden olan kuvvetli bitki öldürücü “portokal gazı”, İngilizce ismiyle Agent Orange gibi zehirleri hayatlarımıza sokan ve neden olduğu korkunç tahribattan ders almayan bir canavar!

Yukarda saydığımız ürünler en iyi bilinen örneklerden sadece birkaçı. Sadece birkaç yıl önce bu birbirinden ölümcül kimyasalların güvenilirliğini savunarak milyonlarca insanın hayatının sonlanmasında büyük rol oynayan aynı Monsanto canavarı, şimdi karşımıza geçmiş, sofralarımıza kadar girmeye, ürettiği zehirli tohumların güvenli olduğu yalanı ile bize ne yiyeceğimizi söylemeye çalışıyor! Tüm bunlar yetmezmiş gibi, şirketin kendisini “Sürdürülebilir bir tarım şirketi” olarak pazarlamasında büyük rol oynayan, tarımcılıkta getirdiği “yeniliklerle” hayatlarımızı nasıl “iyileştirdiğini” iddia eden resmi bir internet sayfası var ki, elimizin altında başka bir kaynak olmasa, nerdeyse Monsanto’nun dünyayı kurtarmak için kendini feda ettiğine inanacağız!

Kısaca özetlemek gerekirse, Monsanto sadece ve sadece yatırımcılarına daha fazla para kazandırmak için var olan, ve bu yolda, insan sağlığı dahil olmak üzere, önünde hiçbir engel tanımaycak bir şirket! Bugüne kadar yapılan bilimsel çalışmalar doğrultusunda, GDO’ların tarım ve hayvancılıkta kullanımı gerçekten almaya değmeyen büyük bir risk! Günümüzde yeterli araştırma yapılmadan market raflarında yerini alan GDO’lu ürünlerin en az 10-20 sene daha iyice araştırılıp, uzun vadede insan sağlığı üzerindeki potansiyel etkilerin netleştirilmesi gerekiyor. Ve bunlar gerçekleşirken, GDO’lu yemle beslenen hayvanlardan elde edilen süt, peynir, yumurta, ve etler dahil olmak üzere tüm GDO’lu yiyeceklerin GDO içerdiklerini belirtecek şekilde etiketlenmeleri tüketici olarak en büyük hakkımız!


Çise Ünlüer (2 Şubat 2014)
ciseunluer@gmail.com

1/20/2014

GDO’lardan Kaç Kaçabilirsen



En sık görülenler mısır, soya, pamuk, ve kanola olmak üzere yüzlerce GDO (Genetiği Değiştirilmiş Organizma)’lı ürün içeren gıdayı her gün bilerek veya çoğu zaman farkında olmadan tüketiyoruz! Genetiği ile oynanmış, bir diğer değişle “genetiği değiştirilmiş” yiyeceklerin oluşumunda, bir türün genetik özellikleri kopyalanarak, bu özelliklere sahip olmayan başka bir türe yerleştiriliyor. Ne kadar zekice değil mi? İşin gerçek yüzü aslında gayet düşündürücü!

GDO’ların bugün insan sağlığı için tam olarak ne anlama geldiğini anlamak istiyorsak, biraz geçmişe, bu teknolojinin bugünlere nasıl geldiğine bakmakta yarar var. 1972 yılında Amerikan biyokimya profesörü Paul Berg’in bir virüsten elde ettiği bir geni başka bir virüse aktarması ile DNA’in ilk kez yapay bir genetik modifikasyonla değiştirilmesi gerçekleşir. Berg, daha sonra rekombinant DNA teknolojisi alanındaki çalışmalardan dolayı 1980 yılında kimya dalında Nobel ödülüne layık görülür. Berg’in virüsler üzerindeki bu çalışmaları diğer araştırmacıları da yakından ilgilendirir ve genetiği değiştirilmiş bakteri, bitki, balık, böcek, ve daha sonra memeliler araştırma dünyasında yerini alır.

80’li yıllardan itibaren genetik mühendisliği alanında elde edilen ilerlemeler sayesinde temeli oluşan modern biyoteknoloji, 1980 yılında ham petrolü parçalamak için genetik yapısını değiştirdiği bir mikrop geliştiren Dr. Ananda Chakrabarty’nin, bu buluşunu uzun bir mahkeme sürecinden sonra patentlemesi ile hız kazanır. Chakrabarty’nin yarattığı “petrol yiyen” bakteri, dünyada patent alan ilk canlı ogranizma olarak tarihte yerini alır. Daha sonra dünyanın farklı noktalarında meydana gelen petrol sızıntılarının temizlenmesinde kullanılan bu bakteri, genetik mühendisliğinin etik, çevresel, sosyal, ekonomik, ve siyasi anlamda ele alınması gerektiği gerçeğini de belirginleştirir.

GDO’ların gıdalara ulaşması ise 1990’ların başında Flavr Savr adı verilen genetik yapısı ile oynanmış ilk domatesin, çok düşünülmeden verilen gerekli onaylamalardan sonra 1994 yılında tüketime sunulması ile gerçekleşir. Flavr Savr domatesi normal domateslere benzer renk ve tatta olup onlar kadar hızlı yumuşamayan, dayanıklı bir yapı sergiler. Bu domatesin arkasında, bugün dünyanın en büyük kimya, tarım, ve biyoteknoloji şirketlerinden olan, detaylarına daha sonra gireceğimiz Monsanto’nun tüm hisselerini satın aldığı Calgene şirketi bulunuyordu.

Flavr Savr domatesinden bugüne GDO’lu yiyecek sektörü büyük bir patlama yaşadı. Gıdalar üzerinde yapılan genetik oyunları domateslerle sınırlı kalmadı ve hızla mısır, pamuk, ve patates gibi tüm insanların sıklıkla tükettiği sebzelere kadar uzandı. Bugün ürettiği işlenmiş gıdaların yüzde yetmiş beş (75%)’i GDO’lu ürün içeren ABD’den sonra Kanada, Arjantin, ve Çin, GDO’lu gıda sektöründe başı çekiyor. Amaç, sorun çıkaran genlere müdahele ederek kimyasal ilaçlar ve böceklere karşı daha dirençli, uzun ömürlü, üretim maliyeti düşük, kusursuz – evet yanlış okumadınız – “kusursuz” ürünler yetiştirmek!

GDO savunucularının en büyük iddialarından biri olan açlık sorununa getirdikleri “çözüm”, genetik müdahele ile daha fazla ürün elde edilebileceği fikrine dayanıyor. Ancak 90’lı yılların başından itibaren hayatlarımızda olan GDO’lu yiyeceklerin herhangi bir açlık sorununu gerçek anlamda çözmediği gibi, hergün sayısı artan sağlık sorunlarına neden oldukları bugün dünya haberlerini biraz olsun takip eden herkes için apaçık ortada! Bu alanda yapılan tüm araştırmalar, genetiği değiştirilmiş yiyeceklerin insan sağlığı için büyük risk olduğunu ortaya koyuyor. Peki bu riskler tam olarak neleri içeriyor? Zehirlenmeden başlayarak alerjiler, kısırlık, metabolizmada bozukluklar, ve hücre oluşumunu etkileyen ciddi hastalıkların tümü listede mevcut.

Yakın coğrafyamıza bakacak olursak, gerekli denetimlerin düzgün bir şekilde yapılmadığı Türkiye’de GDO içeren tarımın boyutları tam olarak belli değil. Ancak GDO’lu bitkilerin ülkeye girdiği ve senelerdir gıda sektöründe kullanıldığı biliniyor. Bu belirsizlikte GDO’lu gıdaları sofranıza sokmak istemiyorsanız, GDO içerdiğine kesin gözle bakılan soya, mısır, kola ve meyve suları, sosis, salam, sucuk, et suyu tabletleri, süt tozları, çikolatalı ürünler, fıstık ezmeleri, hazır çorbalar, ve benzeri ürünlerden uzak durmakta yarar var!

Önümüzdeki hafta GDO’lu yiyeceklerin bugüne kadar gelmesinde büyük rol oynayan Monsanto'yu yakından inceleyecek,  GDO teknolojisinde son yapılan araştırmalara değineceğiz.


Çise Ünlüer (19 Ocak 2014)
ciseunluer@gmail.com

1/11/2014

Arılar Neden Ortadan Kayboluyor?



Albert Einstein “Eğer arılar yeryüzünden kaybolursa insanın sadece 4 yıl ömrü kalır, arı olmazsa döllenme, bitki, hayvan ve insan olmaz” demiş... Çünkü arılar taşıdıkları polenlerle binlerce farklı bitki türünün döllenmesini ve üremesini sağlamakla kalmıyor, diğer canlıların da dünyadaki varlığını garantiliyor.

Doğadaki birçok canlının, birbirine dayanan, içten bağlı hayat formlarının temsil edildiği ekosistemler kapsamında birbirine bağımlı olarak kurulan bir dengede yaşamlarını sürdürdüğünü biliyoruz. Ancak genetiği değiştirilmiş tohumlar ve sınır tanımadan uygulanan tarım ilaçları yüzünden günümüz çevre koşullarında zarar gören diğer canlılar gibi arılar gün  geçtikçe ortadan kaybolmaya devam ediyor. Ve bu durumun devam etmesi, düşündüğümüzden çok daha kritik sonuçlar yaratabilir!

Genetik zenginliğimizin vazgeçilmez bir unsuru olan arıların dünyanın farklı noktalarında hızla yok olmaya devam etmesinin büyük endişe yaratmasının bir sebebi var. Bu olayın arkasındaki nedeni araştırma yolunda farklı bulgularla karşılaşan bilim insanları, bugüne kadar farklı açıklamalarla arıların neden yok olmaya devam ettiklerine ışık tutmaya çalıştılar. Ancak bugüne kadar ortaya atılmış tarım ilaçlarından elektromagnetik frekanslara, böceklerden GDO’lu tohumlara kadar herbirinin doğru olma olasılığı yüksek çevresel faktörlerin, arıların kayboluşu arkasındaki nedeni tam olarak açıklamaya yettiği söylenemez.

Tabii bilimsel araştırmalar, dünyadaki tüm canlıları yakından ilgilendiren bu sorunun esas kaynağına tam anlamıyla bir açıklama getirene kadar devam ediyor. Bu doğrultuda ilk kez ortaya atılmış bir neden olarak, pestisitler, yani böcek zehiri ile bulanmış farklı çiçek polenlerinin çapraz bulaşmaya maruz kalması, toplu arı ölümlerinin arkasınaki sırrı çözme yolunda büyük bir buluş olarak kabul ediliyor. Son 6 yılda, değeri 2 milyar doları bulan 10 milyon arı kovanının ortadan kalkmasını açıklayan, İngilizce’de Colony Collapse Disorder (CCD) şeklinde geçen Koloni Çöküş Sendromu (KÇS), arıların farklı çiçeklerden topladığı pestisitler ve mantar öldürücü fungusitler ile kirlenen polenlerin, arılar tarafından kovanlarına getirilmesi ile tüm arı kovanını bir anda yok etmesini anlatıyor.

Bu alanda yapılan bilimsel çalışmalar kapsamında, dışardan topladıkları kızılcık ve karpuz bitkilerinin polenlerini sağlıklı arılara veren araştırmacılar, kısa sürede bu arıların KÇS’ye neden olan parazitlere karşı koyma güçlerinda gayet hızlı bir düşüş yaşandığını bildiriyor. Bu çalışmada kullanılan polenlerin, 21 tane farklı kimyasal içeren 9 ayrı pestisit ve fungusit ile bulanmış olması, bu polenlerle beslenen arıların, beslenmeyen arılara göre KÇS’ye neden olan parazitlerden hastalanma ihtimalini üç kat daha fazla arttırıyor.

Bu çalışmadan elde edilecek birkaç sonuç var. Birincisi, toplu arı ölümlerine neden olan KÇS’nin oluşmasında fungusitlerin önceden düşünüldüğünden çok daha büyük bir rol oynadığı. Arıların sonunu getirecek olan KÇS, sadece pestisitler yüzünden değil, birçok zararlı kimyasalın biraraya gelmesinden meydana geliyor. Tabii herşey burda bitmiyor. Dünyadaki varlığımızın devamlılığında büyük önem taşıyan arıların hayatta kalabilmesi için, tarım alanlarında kullanılan kimyasalların türlerinin ve nasıl uygulandıklarının kontrol altına alınması gerekiyor.

Çözüm ne kadar basit gözükse de, bitkilere sıkılan kimyasallar siz şu an bu yazıyı okuyorken arıları öldürmeye, sonumuzu getirmeye devam ediyor! Ve kullanılan kimyasalların çeşidi arttıkça, detaylar gittikçe daha karışık bir hal alıyor. Bu yolda hangi kimyasalların nereye, nasıl, ne kadar, hangi sıklıklarda uygulanabileceği henüz tam anlamı ile kesinlik kazanmış değil. Ancak, bitkilerin yetişmesine yardımcı olurken aynı anda arılara zarar vermemek için, bu sorulara, bilimsel verilere dayanan, güvenilir cevapların kısa sürede bulunması büyük önem taşıyor.

Parçası olduğumuz ekosistemle aramızda sağlam bir denge oluşturmamız, geleceğimizin devamlılığı açısından kritik önem taşıyor. Her ne kadar ülke ekonomilerinin büyümesinde rol oynayan tüketim alışkanlıkları sürekli bir şekilde ele alınsa da, bazen içinde bulunduğumuz durumun ciddiyetinin anlamak için biraz dışardan bakmaya çalışmak ve artık çok da uzakta olmayan geleceğimiz üzerindeki tehlikeleri azaltmak için bireysel hayatlarımızda bazı değişiklikler yapmak şart!

Değişiklikler derken sürdürülebilir bir dünya yaratma yolunda atılacak basit ama etkili adımlardan bahsediyorum. Bilim insaları bir yandan arıların hangi şartlar altında varolabileceklerini belirleyen araştırmalara devam ederken, dünya üzerindeki canlı hayatını koruyan bu çalışkan savaşçıların devamlılığını garantilemek bizim elimizde! Arıların ve dolayısı ile biz de dahil olmak üzere dünya üzerindeki tüm canlıların devamlılığı için, organik ve çevreye duyarlı bir şekilde yetiştirilen ürünlere yönelebilir, çevremizde bu konuda duyarlılık yaratacak girişimlerde bulunabiliriz.

Einstein’a geri dönecek olursak... “İki şey sonsuzdur, evren ve insanların aptallığı, ve evrenden henüz tam emin değilim”.


Çise Ünlüer (12 Ocak 2014)
ciseunluer@gmail.com

 
YEŞİLE DÖNÜŞ | ÇİSE ÜNLÜER | GREEN IT