5/20/2015

Radyoaktif Değil Aktif Ol!


Kısa bir süre önce Soma’da yaşananların da bize bir kez daha hatırlattığı gibi kurallara uygun yönetilmeyen enerji kaynaklarının trajediden başka bir sonucu olacağını düşünmek kendimizi kandırmaktan başka birşey değil. Akkuyu nükleer santralinin taşıdığı yüksek riskin farkında olan halkımız, çeşitli sosyal medya platformları üzerinden “Akkuyu’da Nükleer Bombaya Hayır” başlığı altında kurdukları gruplar sayesinde bir araya gelerek sesini duyuruyor.

Karar alma sürecinde Kıbrıs halkının da söz hakkı olması gerekirken hükümetten umulan desteğin gelmemesi ile kurulan “Nükleere Hayır Platformu”, yaklaşık 30 farklı sendika, çevre örgütü, dernek, oda, vakıf, ve birlikten oluşuyor. Platform, olası bir kazada Kıbrıs halkının en çok etkileneceklerin başında geldiğini vurgulayarak, Türkiye’de nükleer enerji gerçeklerinin farkında olan gruplarla iletişim halinde çalışıyor. Bugün Türkiye’de Mersin ve İzmir başta olmak üzere birçok şehirde yapılan eylemeler, ülkemizde gerçekleşen çeşitli aktivitelerle destekleniliyor.

Bu bağlamda yakın hedeflerden biri hükümetin de bu sürecin içinde olması koşuluyla Akkuyu NGS konusunun Bakanlar Kurulu ve meclis gündemlerinde yer alması için gereken adımların atılması. Bu sayede yirmiden fazla milletvekilimizin net bir şekilde Akkuyu’da kurulacak olan nükleer santrale karşı çıktığını ve bir kaza durumunda öncelikli olarak etkilenecek Kıbrıs’ın karar alma süreçlerine dâhil edilmesi gerektiğini düşündüklerini gördük. Karar verici olmamamıza rağmen öncelikli olarak etkileneceğimiz bu olayla ilgili gerekli hassasiyetin vurgulanması önemli. Dünya çapında tanınan bir ülke olmamamızdan dolayı hukuki olarak herhangi bir şikayetimizin uluslararası platformda kabul görmemesi, Türkiye hükümetine bu konuda görüşlerimizi belirtmemizi engellememeli.

Türkiye’nin komşularıyla arasında sorun çıkaracak olan nükleer santralin yapımından atıkların taşınmasına kadar tüm durumlarda olası kaza ve saldırılara karşı korumasız olmasının yanında mevcut güvenlik önlemlerinin de yetersiz olduğununu hatırlatmakta yarar var. Bu yolda tüm ilgili kurum ve kuruluşların yanında çevre derneklerini de nükleer enerji için karar alma süreçlerine dâhil etmek büyük önem taşıyor.

Gerçekçi bir yaklaşım için Türkiye’nin yakın ve ileri gelecekteki enerji ihtiyacının bugünkü doğal ve yenilenebilir kaynaklarını verimli bir biçimde kullanarak nasıl karşılanacağını gösteren bir projeksiyon ve detaylı bir çalışma yapılması duruma netlik getirecek. Özellikle rüzgâr ve güneş gibi yenilenebilir enerji kaynakları açısından zengin bir ülke olan Türkiye’nin bu fırsatları değerlendirmek yerine nükleer gibi tehlikeli ve geri dönülmez felaketlerle sonuçlanabilecek enerji kaynaklarına yönelmesi bu kararın tamamen siyasi olduğunu gösteriyor. Bu alanda çalışmalar yürüten uzmanlar, yeni kurulan nükleer santrallerin ağır sübvansiyonlara ihtiyaç duyduğunu belirterek, eski ve riskli bir teknoloji için yüksek miktarlı yatırımlar yapılmasının ekonomik açıdan da mantıklı olmadığını vurguluyor.

Tüm adamızın bugün “hayalet şehir” olarak bilinen kapalı Maraş bölgesi gibi olduğunu düşünün. Çünkü olası bir nükleer kazada karşı karşıya kalacağımız manzara bundan çok farklı olmayacak. Yaşanacak en basit bir elektrik kesintisinin neden olabileceği nükleer felakette yüzbinlerce insan ölebilir. Bölgede var olan ve gelecekte var olacak kuşakların da hayatını karartacak ölümcül hastalıklar yıllarca baş gösterebilir. Çok geniş bir çaptaki tarım ve turizm endüstrisi olduğu gibi çökebilir. Hatta reaktörlerin etrafındaki çok geniş bir alanda nükleer atıkların etkileri yüzyıllar sürerek ekolojik facialara neden olabilir, bugün doğası ile her göreni büyüleyen adamızda hiçbir yaşam şansı kalmayabilir...

Kıbrıs’ın doğa ve geleceğini korumak için vermemiz gereken mücadele ancak tüm halkın biraraya gelerek kesin bir karşı duruş sergilemesi ile başarıya ulaşacaktır. Şimdi hep birlikte ve her zamankinden çok daha güçlü bir şekilde emin adımlar atarak "Nükleere Hayır" deme vaktidir!


31 Mayıs 2015

Çise Ünlüer

Nükleer Karanlık


Akkuyu'da yapılacak ilk nükleer santralin izninin meclisten geçmesi ile Türkiye ve komşu ülkeler etkilerini uzun yıllar hissedeceğimiz geri dönülmez bir felaketle yüz yüze kalma yolunda ilerliyor. Alınan yüksek riski görmek istememekte ısrar eden yönetim ise yakın gelecekte nükleer tesis sayısının 20 milyar dolarlık maliyetli Akkuyu NGS ile sınırlı kalmayacağını, üçe çıkacağını söylüyor! Oysa Japonya, Almanya, İsveç gibi gelişmiş ülkelerin bile yönetemediği veya yönetmek istemediği için kapatma kararı aldığı nükleer enerji santrallerine umut bağlamak kendi ipmizi çekmekten başka birşey değil. Çünkü küçük bir elektrik kesintisi veya herhangi bir nedenden jeneratörlerin devreye girmemesi gibi en basit bir beklenmeyen durumda Akkuyu sızdırıcak, patlayacak, bölgedeki canlı hayatını sonlandıracak...

Akkuyu’da nükleer santral yapılırken dünya bu alanda yaşanan yeni kazalar yüzünden nükleer enerjinin güvenilirliğini tartışmaya başladı. Çernobil ve Fukuşima’da yaşananlar kimimizin gözlerini açtı, kimimize göre hiçbir anlam ifade etmedi. Bu iki ve daha önce yaşanan tüm nükleer kazaların ortak noktası hiçbirinin sebebinin önceden akla gelmemesi. Ancak Fukuşima nükleer felaketinden önce milyonda bir olduğu düşünülen kaza riskinin gerçekte o kadar düşük olmadığını, güvenli nükleer santrallerin bir masaldan ibaret olduğunu artık hepimiz biliyoruz. Olası bir kazada hemen veya uzun vadede hayatını kaybedecek olan insanlar için ülkelerinin enerjide dışa bağımlılığını azaltmış olması hiçbir anlam ifade etmeycek. Üstelik Türkiye’nin enerji ihtiyacının tahmin edilen seviyelerde olmadığını belirten uzmanlar, Rus Atom Enerjisi şirketi Rosatom ile yap-işlet modeline göre yapılan anlaşma şartlarının Türkiye’nin dışa bağımlılığını azaltmadığını, tam tersine hem doğalgazda hem elektrikte Rusya'ya bağımlılığı arttıracağınının altını çiziyor.

Türkiye bugün toplam enerjisinin 70%’ini petrol, doğalgaz ve kömür gibi fosil kaynaklardan elde ediyor. Petrol ve doğalgazın nerdeyse tümü, ve kömürün yaklaşık 30%’ı ithal ediliyor. Bu resme Rusya’nın kontrolü altında olacak nükleer enerji de eklenince, Türkiye enerji konusundaki bağımsızlığını tamamen kaybedecek. Ülke yönetiminin, enerji alanında yüzleşilen esas sorunun kullanılan enerji miktarı değil verimliliği olduğunu farketmesi ile yaşayacağı aydınlanma sadece nükleer değil fosil kaynaklı enerji türlerine olan bağımlığının da azaltılmasını mümkün kılacak. İyi planlanacak atık enerji geri kazanım girişimleri, teşvikler, ve tasarruf yöntemleri ile mevcut kapasitedeki yerli enerji yenilenebilir enerji kaynakları ile desteklenerek ülkenin tüm enerji ihtiyacını karşılayabilir.

Nükleer santraller gibi çevre ve canlı hayatına zarar veren tüm girişimlere karşı en etkin sivil toplum kuruluşlarından biri olan Greenpeace, Avrupa Radyasyon Risk Komitesi (ECCR) raporlarına göre Japonya’da yaşananlardan dolayı 200 bin kişinin kanser riskiyle karşı karşıya olduğunu hatırlatıyor. Sadece birkaç hafta önce Kanada'nın British Columbia kıyılarında tehlikeli Sezyum 134 maddesine rastlanıldı. Bu radyoaktif kalıntı, üzerinden 4 yıldan fazla zaman geçmiş olan Fukuşima felaketine uzanıyor. Yüzbinlerce insanın hayatını altüst eden Fukuşima nükleer santral felaketinin etkileri bugün görüldüğü gibi daha uzun yıllar boyunca sürecek. Geçmişe hızlı bir yolculuk yapacak olursak, Fukuşima’da 8.9 şiddetinde yaşanan depremin neden olduğu elektrik kesintisi nükleer santrallerinin ne kadar hassas olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi. Fukuşima’da yaşananlar, nükleer enerji santrallerinde bulunan yüksek miktarda radyoaktif maddenin en küçük sorunda şebekeden elektrik alamadığında tamamen kontrölden çıktığını bir kez daha hatırlattı.

Herhangi bir elektrik kesintisi durumunda santral çalışmadığı için reaktörleri soğutan sistemler de devre dışı kalır. Reaktörlerdeki radyoaktif madde tarafından üretilen yüksek derecedeki ısı soğutulamadığından kısa bir süre içinde nükleer sızıntı yaşanır. Bu sızıntının önüne geçmek için reaktörün su akımını sağlayan pompalarla devamlı bir şekilde soğutulması, bunun için de aralıksız ve sorunsuz bir elektrik bağlantısı şart. Birinci derece deprem kuşağı üzerinde bulunan Türkiye’nin Fukuşima'da olanların benzerini yaşaması için ne büyük bir depremin ne de küçük bir sarsıntının gerçekleşmesi gerekmez. Ülkemizde olduğu gibi Türkiye’de de sıklıkla yaşanan en basit bir elektrik kesintisinde soğuma işlemlerinin durması benzeri bir felaketi kaçınılmaz kılacak.

Bir sonraki elektrik kesintisinde mum ışığı altında adamızın güzel havasını solurken yakın gelecekte yaşayacağımız kesintilerin bu kadar rahat geçmeyeceğini unutmayalım...


17 Mayıs 2015

Çise Ünlüer

2/13/2015

Akkuyu Nükleer Risk Santrali


Geçtiğimiz haftalarda Akkuyu Nükleer Güç Santrali (NGS)’nin enerji bağımsızlığını sağlamaya çalışan Türkiye için ne kadar riskli bir yatırım olduğunu konusuna değinmiştik. Çünkü Türkiye hükümeti, nükleer santral planları yaparken Türkiye’nin bu konuda hiçbir deneyimi olmayan bir deprem ülkesi olduğunu unutuyor.

Akdeniz’de 1743 yılında gerçekleşen, ve bugün jeologlar tarafından 9 şiddetinde olduğu düşünülen güçlü bir deprem sonrasında oluşan tsunami Antalya başta olmak üzere çevredeki yerleşim birimlerini de içeren geniş bir alanı etkiledi. Kıbrıs’ın batısından Antalya’ya, doğusundan İskenderun’a uzanan “Helenik-Kıbrıs yayı“ jeoloji mühendislerine göre risk taşıyan bir fay. 271 yıldır enerji depolayan Kıbrıs-İskenderun hattı üzerinde, Japonya’da yaşananların benzeri, 7.5-8 şiddetinde bir deprem bekleniyor. Nükleer santralin konumu için deprem bölgesinde olan ve bu alanda yapılan bilimsel tespitlere göre nükleer santral kurumuna uygun olmadığı uzmanlar tarafından belirtilen Akkuyu, paralelinde uzanan “Helenik-Kıbrıs yayı“na ek olarak Ecemiş fay hattına sadece 25 km mesafede. Oysa Ecemiş Fay’ının her yıl yaklaşık 3 mm hareket ettiği, yani sürekli enerji depoladığı biliniyor. Bu enerjinin yakın bir gelecekte 5.5-6 şiddetinde bir deprem olarak kendini göstermesi gayet olası.

Bunların yanında Akdeniz bölgesinde aktif olan Ölüdeniz ve Doğu Anadolu fay hatlarında da depremler bekleniyor. Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) tarafından 2009 yılında yayınlanan “Nükleer Güç Santraline İlişkin Yönetmelik”, santral güvenliğini etkileyebilecek faya işaret eden kanıtların bulunması takdirde, düşünülen sahada santral inşasının yeniden değerlendirilmesi gerektiğini bildiriyor. Normalde bu şartın bile yargı sürecini başlatmaya yetecek olmasına rağmen Türkiye’nin Ruslarla yaptığı anlaşma “devlet anlaşması” statüsünde olduğu için bu mümkün değil.

Akkuyu NGS’nin planlandığı gibi sorunsuz bir şekilde inşaa edilerek faaliyete geçtiğini düşünelim. Mucize bir şekilde, çalıştığı süre boyunca deprem ve benzeri hiçbir doğa olayından etkilenmediğini de varsayalım. Bu süreç sonrası meydana gelen yüzlerce ton radyoaktif atıkların nasıl saklanacağı konusunda yıllardır araştırma yapan Almanya bile kesin bir sonuca varamadan Türkiye’nin bu konuda nasıl bir yaklaşım belirleyeceği gerçekten merak konusu. Üstelik henüz dünyanın hiçbir noktasında nükleer atıkların saklanması ve imhası için nihai bir çözüm ve depolama alanı bulunmuyor. Atıkların gemilerle Rusya’ya götürüleceği söylemleri doğru ise Türkiye etrafındaki istikrarsız coğrafyadan kaynaklanan kaza ve hasar riski oldukça yüksek. Yetersiz güvenlik önlemleri, insan hataları, veya beklenmeyen terör saldırıları yüzünden yaşanacak herhangi bir tedirginlik insan ve çevre sağlığına zarar verecek. Bunlara ek olarak, santrali soğutmak için kullanılacak suyun Akdeniz’den alınıp tekrar denize geri dökülmesi denizin bu kısmımlarında ısı yükselmesine ve ekosisteme geri dönülemez zararlar verimesine neden olacak.

Gelişmeleri hızlandırmak için ışık hızı ile 1 Aralık 2014 tarihinde Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından onaylanan Akkuyu Nükleer Santralı Çevresel Etki Değerlendirme (ÇED) Raporu ve baz aldığı nükleer enerji teknolojisi hakkında Türkiye Çevre Mühendisleri Odası’nın yeterli bilgiye sahip olup olmadığı tartışılır. Kendilerini bekleyen belirsiz gelecek ve planlanan projenin getireceği büyük riskler karşısında görüşleri ciddiye alınmayan Mersin halkı, şeffaf ve demokratik bir katılımla bu konuda fikir beyan etmek istiyor. Mersin halkını geçtim, kurulacak olan santral Mersin merkezine 137 km olmasına rağmen Kıbrıs’a sadece 90 km mesafede olmasından dolayı bizim için de çok büyük bir risk taşıyor.

Önümüzdeki haftalarda Kıbrıs halkının ve yönetimin bu konudaki girişimlerinden bahsedeceğiz. Çünkü, yüksek maliyetinin yanında, yeryüzündeki canlı hayatını riske atan nükleer enerji, geleceğin enerji kaynağı değildir!


15 Şubat 2015
Çise Ünlüer

1/05/2015

Çernobil’den Akkuyu’ya



Gelin biraz geçmişe gidelim ve çok da uzak olmayan Ukrayna’da sadece 28 yıl önce olanları bir mucize eseri unuttuysak hatırlayalım, hatırlatalım.

Günlerden 25 Nisan 1986. Reaktör çalışanları bir deney yaparak ani bir durumda reaktör türbinlerinin ne kadar uzun süre çalışabileceğini ve acil güvenlik sistemine güç sağlayabileceğini ölçmek ister. Bunu görmek için sistemdeki diğer tüm acil güvenlik noktaları sistem dışı bırakılır, buhar akışı durdurulur, ve dolaşım pompaları ve reaktörün soğutma sistemleri yavaşlatılır. Ancak işler hesaplandığı gibi gitmez ve yakıt kanallarının ısınmaya başlaması ile reaktör tümü ile kontrolden çıkar. Normalden çok daha fazla ısınan reaktörde beklenmeyen bir çekirdek tepkimesinden dolayı iki büyük patlama gerçekleşir. Saniyeler içinde reaktörün gücü 7%’den 50%’ye çıkar. Soğutma için kullanılan suya patlamadan dolayı çıkan yakıt parçacıklarının karışması ile su buhara dönüşerek yarattığı basınçla reaktörün tepesini uçurur ve yangınlar başlar. Ertesi gün devam eden çekirdekteki patlamalar katastrofik bir sonuca yol açarak yüksek miktarda radyasyonun atmosfere yayılmasına ve reaktöre kilometrelerce uzakta yaşayan milyonlarca insanın hayatının zarar görmesine neden olur.

20. yüzyılın en büyük felaketlerinden sayılan Çernobil reaktör kazası, Kiev’den 140 km uzaktaki Çernobil kentindeki nükleer güç reaktöründe çıkan kaza sonrasında çevreye yayılan radyasyonla bilinir. Esas neden olarak reaktörün hatalı tasarımına ek olarak üst üste yapılan hatalar gösterilse de, olanlardan esas çıkardığımız sonuç ortada: Nükleer enerji güvenli değil! Çernobil’de yaşananların etkisi bugün halen devam ederken unutanlar olursa 2011’de Japonya’da yaşanan Fukuşima kazası ile nükleer enerjiden medet ummamamız gerektiğini bir daha anladık.

Yaşananlar üzerine başta Almanya olmak üzere Belçika, İtalya, ve İsviçre gibi birçok ülke nükleer enerji konusunda yaptıkları tüm gelecek planlarını durdurmaya, hatta halihazırda aktif olan santrallerini kapatmaya kadar giden yolda emin adımlarla ilerliyor. Bugün inşası devam eden nükleer santrallerin neredeyse tümü gelişmekte olan ülkelerde. Tehlikenin farkına varmış ülkeler nükleer enerji teknolojileri konusunda dünyanın en tecrübelileri arasında olsalar da, halklarının güvenliği için güneş ve rüzgar gibi yenilenebilir ve aynı anda temiz enerji kaynaklarına yönelmeyi tercih ederken, hemen yanıbaşımızdaki Türkiye, Çernobil’de birçok insanın hayatını cehenneme çeviren Rusya ile işbirliği yaparak çevredeki birçok ülkedeki insan hayatını büyük riske atıyor.

Bugün medyada yer alan tüm haberleri unutun çünkü esas konumuz, yeryüzündeki varlığımızın devamlılığını yakından etkileyecek olan Akkuyu Nükleer Güç Santrali (NGS). Proje hakkında biraz bilgi almak isteyenler için hazırlanmış proje web sitesine göre herşey, 2010 yılının mayıs ayında Türkiye Cumhuriyeti ve Rusya Federasyonu Hükümetleri arasında imzalanan NGS tesisinin kurumu ve işletimini ele alan işbirliği anlaşması ile başlıyor. Planlanan santral, her biri 1200 MWe olan 4 üniteden meydana gelecek, inşaatı tamamlandıktan sonra yılda yaklaşık 35 milyar kWh elektrik enerjisi üretecek.

Bu planda o kadar çok yanlış var ki hangisinden başlamak doğru belli değil. Daha birkaç ay önce meydana gelen maden kazasında bile iş güvenliği ve denetleme alanındaki yetersizliği tüm dünyanın gözü önünde bir kez daha kanıtlanmış Türkiye’nin daha önce hiçbir tecrübesi olmayan nükleer enerji sektörüne emin adımlarla giriyor olması gerçekten hayret verici. Dünyanın önde gelen ülkelerinin bile Japonya felaketinden önce ikiye ayrılmış görüşleri, Fukuşima’dan sonra kesin ve net bir şekilde nükleer enerjinin riskleri konusunda artık hemfikir. Bugün Türkiye’de çoğu sivil toplum örgütü, işçi sendikaları ve dernekler Akkuyu’da nükleer santral kurmanın tehlikelerini gözler önüne sürmek için çırpınırken, nükleer enerjiyi savunan esas gruplar kim biliyor musunuz? Hükümet ve nükleer sektörü!

Hiçbir derin araştırma yapmadan ve ihale açılmadan bu alandaki tecrübesi onaylanmamış ve geçmişi kazalarla dolu Rus Atom Enerjisi şirketi Rosatom’a proje ve bu sayede Rusya’ya inanılmaz bir güç veriliyor. Yaptığı yatırımlarla enerji bağımsızlığını sağlamaya çalıştığını iddia eden Türkiye hükümeti, bu anlaşma ile santralin kurulacağı toprağı ve üzerindeki tesisatın çok büyük bir hissessini Rus şirkete vererek tüm ipleri Rusya’ya devrediyor. Rusya tarafından bakınca inanılmaz kârlı olan bu anlaşma, Türkler için intihardan başka birşey değil.

4 Ocak 2015

Çise Ünlüer

11/07/2014

Portakal Suyunuzdaki Gizli İçerik



Portakal suyunuzu evde sıkmak yerine marketten mi alıyorsunuz? Eğer öyleyse eminim 100% portakal içeren, konsantre madde içermeyenleri tercih etmeye çalışıyorsunuz. Nihayetinde sağlıklı, katkısız ve daha doğal olanı bu, değil mi? Hatta o kadar bir sağlıklı ve taze ki bozulmaması için buzlukta satılması gerekiyor!

Eğer bu tarife uyuyorsanız, bu yazıdan ya nefret edecek ya da çok seveceksiniz. Gerçek şu ki, satın alırken sağlıklı bir seçim yaptığınızı düşünerek harika hissettiğiniz o portakal suyu iddia ettiği şeylerden hiçbiri değil! Çoğu zaman mantığınıza göre yaptığınız varsayımlara göre hareket ettiğinizi bilen gıda endüstrisi de kendi kârını artıracak mantığı takip eder. Sizin mutfağınızda hazırladığınız bir-iki bardak portakal suyunun binlerce litresini üretecek şekilde işleme tabi tutmak takdir edersiniz ki aynı şey değil.

Marketten aldığınız belli bir marka portakal (veya herhangi bir başka meyve) suyunun yılın hangi zamanı olursa olsun nasıl hep aynı tada sahip olduğunu hiç merak ettiniz mi? Evde sıktığınız portakal suyu kullandığınız portakala göre tad ve görüntüsünde her defa biraz değişiklik gösterirken, nasıl oluyor da marketten aldığınız portakal suları bu kadar istikrarlı bir şekilde değişmiyor? Ve örneğin Türkiye’den gelen veya adamızda üretilen bazı farklı markaların sunduğu meyve sularının tadları hiçbir zaman birbirlerine benzemese de, kendi özgün tadlarını seneler boyunca nasıl koruyup sürdürüyorlar? Umarım bu noktada kafanızda tehlike çanları çalmaya başlamıştır!

Bu soruların cevabı aslında çok basit. Dünyanın en büyük kola şirketlerinin de yaptığı gibi bu markalar ürünlerini hazırlarken halk tarafından beğenilen belli tarifleri takip ediyor. Ve bu tarifler hiçbir zaman portakalın toplanıp suyunun sıkılarak paketlenip satılması adımları ile sınırlı değil.

Marketten aldığınız portakal suyunun tadının istikrarı doğadan çok kimya ile alakalı. Arada sadece içecek endüstrisinde çalışanların bildiği gizli ve kritik bir adım var! Portakallar sıkıldıktan sonra büyük depolarda saklanan suyunun oksijeni çıkarılıyor. Bu adım sayesinde sıkılan sıvı bir yıla kadar bozulmadan dayanabiliyor. Ama oksijeni alınırken orjinal tadı da giden bu sıvının tadı bizim paketten içtiğimiz meyve suyunun son haline hiç benzemiyor. Ürünlerinin bu haliyle satıldığı zaman rağbet görmeyeceğini bilen şirketler oksijeni alınmış sıvılarına tatlandırıcı ekliyor.

Bu tatlandırıcılar teknik olarak portakal esansı, yağı, ve diğer yan ürünlerinin kimyasal yapıları manipüle edilerek elde edildikleri için hukuken ürün üzerindeki “içindekiler” kısmına eklenilmek zorunda değiller. Ancak bu süreçte kullanılan ürün ve işlemlerin doğanın bize sundukları ile yakından uzaktan alakası olmadığı gibi, tatlandırıcıların hazırlanışında parfüm endüstrisinde de kullanılan tehlikeli kimyasallar yüksek miktarlarda kullanılıyor. Bu kimyasallar meyve suyunun satılacağı tütekici profiline ve kültürel ağız tadına göre farklılık gösterebiliyor. Örneğin Türkiye’de satılan meyve suları halkın ağız tadı ve alışkanlıklarına göre formüle edildiği için Amerika’da satılanlardan farklı kimyasallar içerebiliyor.

Peki bu durumda ne yapmak gerekir? Bu noktada kendinize şu soruyu sormakta yarar var: Neden meyve suyu içiyorsunuz? Meyveden çıkan su fruktoz dolu olduğu gibi, meyvenin doğal haliyle içerdiği sağlıklı liflerden noksan. Bir bardak elma suyunun 6-8 tane orta boyutta elmadan elde edildiğini biliyor muydunuz? Oysa bir oturuşta bu kadar elmayı tüketebilme ihtimalinizin düşük olduğunu varsayarsak, genelde ikinci bardağını bile kolaylıkla içebildiğiniz elma suyu ile vücudunuza ne kadar gereksiz şeker aldığınız aşikar.

Özet olarak, her ne kadar sağlıklı bir imaj yaratırsa yaratsın, marketten meyve suyu alma alışkanlığından vazgeçmekte yarar var. Kendiniz yetiştirmediğiniz herhangi bir gıdanın tam olarak neler içerdiğini hiçbir zaman bilemezsiniz. Evinizde içerisinde ne olduğunu bildiğiniz sezon meyvelerinden rahatlıkla hazırlayacağınız meyve sularında yaratıcılığınızı kullanarak harikalar yaratabilirsiniz.



Çise Ünlüer (9 Kasım 2014)

ciseunluer@gmail.com

10/11/2014

Sağlığın için Vazgeç Kurtul



Evinize aldığınız ürünlerin sağlığınızı ne kadar önemsediğinizin iyi bir göstergesi olduğunu düşünecek olursak, alışveriş alışlanlıklarınızın da hayat stilinizi yansıttığını varsayabiliriz. Tüketici olarak tercihleriniz sağlıklı bir yaşama olan bağlılığınızı güçlendirebilir veya tam tersi baltalayabilir. Seçimlerinizin sağlığınızı desteklemesini istiyorsanız, alışkanlık haline getirdiğiniz ürünleri tekrardan gözden geçirmekte yarar var. Özellikle bu ürünler aşağıdaki 5 kategoriden birine aitse:

1. Konvansiyonel bakım ürünleri:
Bugün market raflarını dolduran birbirinden “güzel” kokulu sabunlar, şeftalili vücut losyonları, çiçek aromalı şampuanlar, ve rengarenk makyaj ürünleri hormon seviyelerini bozan zehirli ve kanserojen kimyasallarla dolu. Ve bunların çoğu hiçbir sağlık kuruluşu tarafından kontrol edilmiyor! Özellikle vücut şampuanı veya yüz yıkama jellerinde kullanılan exfoliant özellikli İngilizce’de “microbeads” olarak geçen mikro zerrecikler, su arıtma tesislerindeki filtreler tarafından arıtılmayacak kadar küçük oldukları için su kaynaklarına karışarak kirlilik yaratıyor. Sağlığınızı ve çevreyi biraz düşünüyorsanız, bu ürünlerden uzak durun. Geçtiğimiz hafta bahsettiğimiz kimyasal madde içermeyen temizlik ürünleri tariflerinden yola çıkarak karbonat ve elma sirkesi gibi doğal malzemelerden kişisel temizlik ve bakım ürünlerinizi hazırlayabileceğinizi unutmayın.

2. Abur cubur:
Parlak paketlerinde sadece büyüklerin değil çocukların da ilgisini çeken uzun ömürlü abur cuburların aylarca ve hatta yıllarca nasıl bozulmadıklarını hiç merak etmediniz mi? Bu yiyeceklerin nerdeyse tümü, düşük maliyetinden ve yüksek sıcaklıklara dayanıklı olmasından dolayı rağbet gören palmiye yağı ile yüklü. Yıllardır tükettiğiniz cips,  bisküvi, ve gazlı içeceklerin “içindekiler” kısmında geçen “bitkisel yağ” ibaresi çoğunlukla palmiye yağı. Avrupa Birliği, halktan gelen baskılarla palmiye yağı bulunan gıdalarda bunun açıkça yazılmasını zorunlu kılacak yasayı çıkararak insanların bilinçli seçimler yapmasına yardımcı oldu. Ancak benzer yasalar ülkemizde bulunmadığı için hangi üründe tam olarak hangi tür yağ kullanıldığından emin olmak henüz mümkün değil. İşinizi garantiye almak istiyorsanız, paketlenmiş, uzun ömürlü, yapay renklendirici veya diyet maddeler içeren tüm gıdaları tercih etmemekte yarar var. Çünkü ihtiyacınız olan kimya laboratuvarı değil çiftliklerden gelen yiyecekler!

3. Plastik gıda saklama kapları:
Yaygın plastik kullanımı doğayı düşünen tüm insanları rahatsız eden bir nokta. Tek bir plastik şişenin doğada üç bin yıl yok olmadığını düşünecek olursak, bu çok da şaşırtıcı değil. Bu yetmezmiş gibi plastikte bulunan kanserojen madde Bisfenol A (BPA) hormon dengelerini bozarak insan vücudunda birbirinden tehlikeli sonuçlara neden olabiliyor. Bu nedenle insan sağlığı karşısındaki dev tehditlerden biri olan plastiği yaşam alanlarınıza mümkün oldukça az sokmak önemli. İlk olarak çocukları beslemek için kullanılan tüm biberonların cam olanlarının tercih edilmesi ve sıcak veya kaynar süt ile su ve mamaların kesinlikle plastik şişelere konulmaması gerekir. BPA içeren biberonlar üzerinde yapılan sayısız araştırma, bebek ve çocuk sağlığının BPA yüzünden ciddi tehlikelerle karşı karşıya olduğunu kanıtlıyor.

4. Yapışmayan tencere ve tavalar:
Yemek yaparken malzemelerin altına yapışmamasından dolayı sağladığı kolaylık için tercih gören teflon tava ve tencereler aslında düşündüğünüz kadar saf değil. Bu ürünlerin içerdiği perfluorooctanoic acid (PFOA) kullanım boyunca yiyeceklerinize karışarak ciddi hastalıklara neden olabiliyor. Bu nedenle zehirli maddeler içermeyen paslanmaz çelik ve seramik  alaternatiflere yönelmekte yarar var.

5. Zehirli kimyasallar içeren temizlik ürünleri:
Evinizin temizliğinde kullandığınız temizlik ürünlerinin etiketlerini okumaya, biraz da okuduklarınızı araştırmaya başlarsanız, birbirinden zararlı kimyasalların evinize girmesine nasıl izin verdiğinize şaşacaksınız. Oysa elinizin altında evde rahatlıkla hazırlayabileceğiniz birkaç temizlik formülü bulunsun istiyorsanız, çok uzaklara bakmaya gerek yok. En etkili ve güvenli temizlik ürünleri için ihtiyacınız olan malzemeler karbonat, sirke, ve portakal ve limon kabuğundan fazlası değil. Facebook’da harcadığınız vaktin onda biri ile internette yapacağınız küçük bir araştırma sayesinde evinizin temizliğini zehirli kimyasallar olmadan da gerçekleştirebilmenize yardımcı olacak çok basit tarifler bulabilirsiniz.


Çise Ünlüer (12 Ekim 2014)

ciseunluer@gmail.com

 
YEŞİLE DÖNÜŞ | ÇİSE ÜNLÜER | GREEN IT