12/30/2013

10 Adımda Hayatınızı Güzelleştirin



Kendi halinde bile yeterince karmaşık olan hayatlarımızı biraz daha basitleştirmek, her gün yüzleşmek durumunda kaldığımız zor durumları kolaylaştırmak istemez misiniz? Peki bunları yaparken daha yeşil bir dünyanın tohumlarını atmak nasıl olur? Hem de hiçbir ekstra masrafı olmadan! Masraf yapmayı bırakın, harcamalarınızı azaltmakla kalmayıp sağlığınızı koruyacak, çevrenizle olan iletişiminizi ilerletecek, mutluluğunuza mutluluk ekleyecek değişikliklerden bahsediyorum...

Hayatınıza renk, sağlığınıza sağlık katmak için ilk olarak gün boyunca tükettiğiniz meyve, sebze, ve tahıl miktarını artırabilirsiniz. Bu değişikliğe paralel olarak et ve et ürünlerine daha az yönelebilir; mümkün oldukça organik, işlenmemiş, ve paketlenmemış gıdaları tercih edebilirisiniz.

Aylardır elinizi sürmediğiniz için garaj veya evinizin utunulmuş bir köşesinde toz altında kalan bisikletinize hayat vermenin zamanı çoktan geldi! Kar kış demeden, yaşadığımız alanları keşfetmenin en zevkli yollarından biri bisikletle dolaşmak. Bu doğrultuda, mümkün oldukça araba kullanımınızı azaltabilir, her fırsatta bisikletinize atlayarak hem tanıdık, hem de kaç zamandır görmek istediğiniz yeni yerlerin keyfini çıkarabilirsiniz.

Yerel üretime gereken desteği veriyor musunuz? Ülkemizde yetişmeyen, uzak ülkelerden getirilen egzotik meyve ve sebzeler her gün artan miktarlarda ithal gıdalar tükettiğimizin kanıtı. Süpermaket raflarında gördüğümüz yiyeceklerin çoğu bize ulaşana kadar kilometrelerce mesafe katederek büyük ölçüde karbondioksit emisyonlarına neden oluyor. Bu durum, kendi ülkemizin normal şartlarda bile zor durumda olan çiftçilerini daha da güç bir durumda bırakıyor. Başka ülkelerden gelen yiyecekleri tercih etmek yerine kendi ülkemizde yetişen meyve ve sebzelere yönelmek hem yerel ekonomi ve üreticimize katkı koyar, hem de sera gazlarının atmosferdeki miktarlarinin azalmasına yardımcı olur. Büyüklerimizin büyük emekler sarfederek günümüze kadar getirdikleri geleneksel lezzetlerimizin esas kaynağı olan, ülkemizde yetişen yerel tat ve zanaatların devamlılığını sağlamak için, yerel üreticileri ve oluşturdukları yerel gıda sistemlerini destekleyebilirsiniz.

Doğal kaynaklarımızın sonsuz olmadığının ve dikkatli bir şekilde kullanılmadıkları takdirde bir gün tükeneceklerinin farkında olun! Azalt-yeniden kullan-geri dönüştür anlayışını benimseyerek doğal kaynaklarımızı korumakla kalmaz, neden olduğunuz atık miktarını azaltabilir, aynı zamanda enerji tasarrufu sağlayabilirsiniz. Mutfağınızdaki yiyecek atıklarından kompost hazırlayabilir, evinizde bozulan aletleri tamir edebilir, tekrardan kullanmanın yollarını arayabilirsiniz. Tabii olası bir geri dönüşüm sisteminin ülke ekonomisine ve halkın yaşam standartlarına sağladığı katkıyı da unutmamak gerek.

Gittikçe artan tüketim sevdamızdan vazgeçerek daha mutlu bir hayata doğru düşündüğümüzden çok daha büyük bir adım atabiliriz. Paylaşıma açık, daha az satın alan, kullanılmış eşyaların tekrar kullanımını destekleyen insanlar grubuna katılın. Alışverişte önünüze çıkan tüm ürünler için “acaba gerçekten ihtiyacım var mı?” sorusunu aklınızdan geçirin, cevabın çoğu zaman olumsuz olacağına eminim...

Daha az su ve elektrik harcamak için gereken girişimlerde bulunun. Evlerimizde elektrik ve suyu verimli olarak kullanmak mümkün, ancak gerekli tasarrufu sağlamak için öncelikle alışkanlıklarımızı değiştirmemiz gerekiyor. En basit tasarrufların başında, evdeki tüm lambaları enerji tasarrufu sağlayanlarla değiştirmek geliyor. Soba veya klima gibi kapalı ortamlarda ısıyı ayarlayan aletler çalışırken yalıtımın iyi yapılmış olması ve ısı kaybını önlemek için herhangi bir pencere veya kapının açık bırakılmaması geliyor. Bu yaklaşımlar enerji sarfiyatını yarı yarıya azaltıyor.

Tekrardan kullanımı mümkün ve ambalajı olmayan ürünleri tercih edin. Özellikle plastik şişede satılan sular, pipetler, kağıt mendiller, ve plastik poşetler gibi tek kullanımlık ürünlerden uzak durun. Sadece market alışverişlerimizden elimize ulaşan plastik paket miktarını göz önünde bulundurarak, her gün bu yolla ne kadar plastiğin anlamsız bir şekilde doğaya çöp olarak atılmaya mahkum olduğunun farkına varabilirsiniz. Bu durumun büyük bir sorun teşkil etmesinin esas sebebi, yiyecek artıklarıyla kirlenen plastiğin geri dönüşümü ya da baştan kullanımının zor olması. Özellikle birçok değişik katmandan oluşman meyve suyu kutuları, karton, plastik, ve folyo ambalajlarının geri dönüşümü neredeyse imkansız.

Hayatınızı basitleştirin. Bugün evinizdeki eşyalara bir göz atsanız, büyük bir çoğunluğuna sahip olmadan da yaşayabileceğinizi göreceğinize eminim! Tüketime gereğinden fazla olan ilgimiz, doğal kaynakların kontrolsüz harcanmasından fazla üretime ve başarısız atık yönetimine kadar tüm yaşam zincirimizi olumsuz etkiliyor. Günün sonunda kendimize sormamız gereken sorular var: Bu sonsuz tüketim isteğimiz bizi gerçekten daha mutlu yapıyor mu? Bugün sahip olduğumuz tüm mal mülk, yaşadığımız dünyayı gelecek nesillere bırakmaktan utanacağımız bir hale getirmeye değer mi? Aslında hepimiz derinlerde bir yerlerde, hayattaki gerçek mutluluğun sahip olduğumuz eşyalarda değil; yaşadığımız tecrübeler, sevdiğimiz insanlar ve hayatımızı anlamlı kalan girişimlerimizde saklı olduğunu biliyoruz. Oysa gereksiz şeylere para ve zaman harcamasak sevdiğimiz aktiviteler için daha fazla vaktimiz olacağını göreceğiz! Bunu kendinize hatırlatıp, minimalist bir hayatın getirilerini keşfetmeye başlarsanız, hayatın gerçek tadına varabilirsiniz.

Önceliklerinizi belirleyin ve küçük adımlarla daha sağlıklı ve multu bir hayat için gereken girişimlerde bulunun. Sizi tatmin etmeyen, gerçek anlamda özgür ve mutlu bir hayata katkıda bulunmayan tüm yüklerinizden kurtulun. İlk başlarda sizin için en kolay olan değişiklikleri belirleyin. Zamanla her adımın bir öncekinden daha kolay geldiğini görecek, gittikçe daha da büyük adımlar atmak için kendinize olan güveninizin arttığını farkedeceksiniz.

Son olarak, dünyada yanlız olmadığınızı hatırlayın. Yaptığınız seçimlerin etrafınızdaki canlıları ve dünyayı nasıl etkilediğini düşünün. Çevrenizdeki insanların hayatlarını iyi yönde etkileyen, çevreye zarar vermeyen kararlar almaya özen gösterin. Etrafınızdaki tüm canlılara iyi davranın, çünkü iyilik bulaşıcı. Mutluluk da öyle! Hayatınızdaki insanları mutlu ettikçe kendinizin de mutlu olduğunu göreceksiniz.

Sağlıklı, mutlu, ve özgür yaşamları hedefleyeceğimiz bir 2014 için...

Çise Ünlüer (29 Aralık 2013)
ciseunluer@gmail.com

12/13/2013

Sosyal Medya İle Dünyayı Kurtarın



Nerdeyse dünyadaki varlığımızın iyi bir kanıtı haline gelmiş olan sosyal medya kullanımı, artık sadece gençler arasında değil, yetişkinler tarafından da tercih gören bir haberleşme kaynağı olarak günlük hayatlarımızda yerini almış durumda. Teknoloji geliştikçe herkesin elinde bir akıllı telefon, hatta bununla sınırlı kalmayıp en yeni programlarla donanmış laptoplar ve tabletler  görmek normal. Bu noktada kendimize sormamız gereken bir soru: Çoğumuz için artık bir aktivite değil, bir yaşam tarzı halini alan sosyal medyayı ne kadar iyi kullanıyoruz?

Her ne kadar bazen unutsak da, sosyal medya kullanımı, sadece kendi özel hayatımızın başkaları için genellikle önemsiz detaylarını tüm dünyayla paylaşmakla sınırlı değil. Bugün birçoğumuzun kullandığı ve gün geçtikçe artan kullanıcı sayısı ile etki alanı genişleyen Facebook veya Twitter gibi sosyal platformlar, kendimizin reklamını yapmaktan çok daha geniş bir kullanım alanı sunuyor. Gelin yakından bakalım...

Konu ne olursa olsun, hepimizin, yakın çevremizin ve hatta dünyanın geri kalanının yararına olacağına inandığı girişimler var. Modern hayatın vazgeçilmez unsuru sosyal medyanın en büyük getirilerinden biri, tutkulu olduğumuz konularda aktif olan gruplarla tanışmak, benzer veya farklı görüşteki insanlarla fikir alışverişinde bulunarak vizyonumuzu genişletmek, ve ilgilendiğmiz konularda yapılan çalışmalardan haberdar olarak dünyanın gelişimine nasıl katkı koyabileceğimizin yollarını araştırmak. İlgilendiğiniz alan ister insan veya hayvan hakları, ister sürdürülebilir girişimler, ister sağlık alanındaki son gelişmeler olsun, gerçekliğine ve doğruluğuna inandığınız girişimleri çevrenizdeki tüm insanların ulaşabileceği, sizinle benzer konulara ilgi duyma ihtimali olan tanımadığınız insanların da haber alabileceği bir platformda aktif olmanın zamanı geldi!

Eğer hala sosyal medyanın sunduğu geniş kullanım alanlarının farkında değilseniz, biraz zaman ayırıp yardım kuruluşları ve benzeri gönüllü grupların internetteki platformlar aracılığı ile seslerini dünyanın dört bir yanına nasıl duyurduklarını öğrenin. Bu süreçte, sosyal medyanın bugüne kadar hayatımızda önemli yer kaplayan, ancak sadece kar amaçlı yürütüldüğünden her zaman gerçekleri yansıtmayan normal medyadan farklı olduğunu kavrayın. Kar amaçlı olmayan yardım kuruluşlarının sosyal medya platformlarında tutunabilmesi ve gerçek anlamda sesini duyurabilmesi için en önemli unsurun halkın desteği olduğunu unutmadan, yararına inandığınız konularda bu kuruluşlara paylaşım ve yorumlarınızla destek olun.

Sosyal medya üzerinden edindiğiniz çevrenizin internette paylaştığı konuları okuyup görüş belirterek de bu girişimlere destek olmak mümkün. Çünkü Facebook ve benzeri platformlarda diğerlerine göre daha fazla yorum alan paylaşımlar, daha üst sıralarda görüntülendiğinden çok daha fazla insana ulaşabiliyor. Günün sonunda sosyal medya kullanımının esas amacı, mümkün olan en fazla sayıda insana ulaşarak kesintisiz fikir akışını sağlamak olduğundan, hepimizin paylaşım ve yorumlarıyla katkı koyması, bu bilgi zincirinin devamı açısından kritik bir rol oynuyor. Çevre ve benzeri konularda duyarlı insanların hem gerçek hayatta hem sosyal platformlarda bir araya gelmesiyle oluşturacakları destek ağları sayesinde bu alanda çalışmalar yapan çoğu gönüllü kuruluşlar tüm dünyaya sesini duyurabilir, tek amacı güç ve kar olan şirketler karşısında biraz da olsa ayakta durabilir.

İlgilendiğiniz alanlarda internette küçük bir araştırma yaptığınızda karşınıza çıkacak ve paylaşmaya değer bulduğunuz fotoğraf, video, veya yazıları çevrenizde bu bilgiden yararlanacak olanlarla paylaşmaktan çekinmeyin. Tabii sosyal medyanın çevre ve benzeri kaynakların korunması gibi amaçlarda kullanılması konusunuda düşündüren noktalar da yok değil. Öncelikle, bu platformlarda paylaşılan her bilgi yüzde yüz doğru olmayabilir. Bir de evinde oturduğu yerden Facebook veya Twitter sayfasında beliren haberleri “like” tuşuna basarak beğenerek veya kendi sayfasında paylaşarak dünya için gerekeni yaptığını düşünenler olabilir. Oysa bu “like”, daha sonra gerçek hayatta bir girişimde bulunulacağını garantilemediği gibi, sadece bilgisayar karşısında ne kadar vakit geçirdiğinizin bir kanıtı olarak orda durur. Bu paylaşımlar her ne kadar güzel olsa da, dünya üzerinde neden olduğumuz tahribatın etkilerinin biraz olsun azaltılması için ne yazık ki yeterli değil.

Bu noktada, sanal ortamdaki girişimlerimizin, esas büyük etkiyi yaratabilecekleri gerçek hayata yansıtılması gerekiyor. İşe en başta yakın çevrenizi bilgilendirerek başlayabilirsiniz. Örneğin çalışma yerinizdeki kahve araları sohbetlerini, sizin için önemli olan girişimlerinizden kısaca bahsederek zenginleştirebilir, benzer alanlarla ilgilenen arkadaşlarınızı bu konularda bilgilendirebilir, size katılmalarını önerebilirsiniz. Aile bireylerinize o gün gözünüze çarpan haberlerden bahsedebilir, birlikte katılacağınız doğa aktiviteleri ayarlayarak hem sevdiklerinizle güzel vakit geçirir, hem de çevrenin korunmasında büyük rol oynayabilirsiniz.

Dünya için yapacak o kadar çok şey var ki, yeter ki insan neyin önemli olup olmadığının farkına varsın...


Çise Ünlüer (15 Aralık 2013)

ciseunluer@gmail.com

12/01/2013

Ev Yapımı Yoğurt



Uzun zamandır aklımda olmasına rağmen ancak birkaç hafta önce denemeye fırsat bulduğum evde yoğurt yapımı, daha ilk denemeden sizinle paylaşmadan edemeyeceğim bir tecrübe oldu!

Günün her saatinde rahatlıkla tüketebileceğiniz; potasyum, fosfor, riboflavin, iyot, kalsiyum, protein, çinko, B12 ve B6 vitaminleri, A vitamini ve E vitamini bakımından zengin yoğurdun faydaları saymakla bitmez! Düzenli yoğurt tüketimi, karın bölgesi dahil olmak üzere tüm vücutta yağ yakımını hızlandırmasının yanında, kas oluşumunu sağlıyor. Açlık hissinin önüne geçtiği ve tokluk verdiği için zayıflamak isteyenler için idealdir. Çeşitli alerjiler, hazımsızlık, kalp hastalıkları, ve hipertansiyon sorunlarına karşı koruyucu özellikleri bulunuyor. Vücutta oluşabilecek hastalık ve enfeksiyonlarla savaşan hücreleri güçlendiriyor. Bağırsakları rahatlatıyor, mide asidi ve burada biriken şekeri dengeleyerek vücuttaki fazla şekerden dolayı üretilen insülin salgısını azaltıyor ve bu sayede fazla insülinin neden olabileceği zararları engelleyerek ömrümüze ömür katıyor!

Bunlar yetmedi mi? Yoğurt tüketimi ağızda diş taşı oluşumu ve diş iltihaplarının önüne geçebiliyor, içerdiği protein sayesinde tırnakları kuvvetlendiriyor. Gün boyunca çeşitli çevresel faktörlere maruz kalan cildimizin daha canlı ve pürüzsüz bir hal almasını, ve saçlarımızın parlamasını sağlayarak yaşlanma işlemini yavaşlatıyor. Uyku alışkanlıklarımızı düzenliyor. İçerdiği yüksek miktardaki kalsiyum sayesinde hem kemikleri destekliyor hem de yaşlanma sürecinin bir parçası olan menopoz döneminde osteoporoza karşı koruyor.

Faydaları kadar nasıl hazırlandığı da önem taşıyan yoğurdun markette satılan versiyonlarının her birinin hangi işlemlerden geçerek, ve bu işlemler boyunca hangi kimyasallar eklenerek sofralarımıza ulaştığını hiçbir zaman tam olarak bilemeyiz. Oysa kendi mutfağınızda hazırlayacağınız yoğurdun içeriği, tamamen sizin kontrolünüzde!

Bugüne kadar ya yeterli zamanım ya da ısı ayarlı fırınlar veya özel yoğurt makineleri gibi gerekli olduğunu sandığım alet edevatım olmadığı için hep ertelediğim yoğurt yapımı için aslında bu iki unsurun da gerekli olmadığını ilk denemeden anladım! Çünkü gerçekten basit olan bu işlem aslında 5-10 dakikadan fazla zamanınızı almıyor, ve halihazırda mutfağınızda bulunan birkaç malzemeden daha fazlasını gerektirmiyor!

Gelelim hazırlanışına... Tencere ve varsa basit bir termometreden başka tek ihtiyacınız olan malzemeler süt ve maya görevi sağlaycak olan az miktarda katkısız taze yoğurt. Araştırmam boyunca çoğu kaynağın tercihen taze ve pastörize olmayan sütleri önermesine rağmen, kendi deneyimlerim sonrasında pastörize sütten de gayet lezzetli yoğurtlar elde edilebileceğini gördüm. Mümkünse organik sütleri tercih ederek, az kalorili yoğurtlar için az yağlı sütler kullanılabilir.

İşe, elde etmek istediğiniz yoğurt miktarına göre tencereye koyarak ısıtmaya başladığınız sütü kısık veya orta ateşte tutarak kaynayana kadar karıştırarak başlayabilirsiniz. İlk denemede 1 litre süt kullanabilirsiniz. Kaynadıktan sonra birkaç dakika daha ateşte bırakın, daha sonra altını kapayıp ekstra bir girişimde bulunmadan, kendi kendine oda sıcaklığında biraz soğumasını bekleyin. Taze süt yerine pastörize süt kullanıyorsanız, sütünüzü çok da kaynatmaya gerek görmeden, biraz ısınınca altını kapatabilirsiniz.

Sıcaklığı 42-44 dereceye düşünce, sütünüz mayalanmaya hazır hale gelmiş demektir. Isıyı tam olarak ölçmek için termometreniz yoksa, serçe parmağınızı süte birkaç saniye batırarak yanmadığı noktada mayalama işlemine başlayabilirsiniz. Bunun için ısıttığınız sütünüzden birkaç kaşıkla, önceden mayalanma işlemi için ayırdığınız yoğurttan birkaç kaşığı ayrı bir tabakta karıştırın. Genelde her bir litre süt için 3-4 kaşık yoğurt maya olarak yeterli oluyor. Bu karışımın genelde sıcaklığının 42-44 derece civarı olması önemli oluğundan, mayalamada kullandığınız yoğurdun direk buzluktan çıkmış halde değil, oda sıcaklığında bekletilerek ısıtılan sütle karıştırıldığından emin olun.

Son yapmanız gereken, yoğurt mayası olarak hazırladığınız karışımı yavaş bir şekilde tencerede geri kalan süte karıştırarak tüm karışımı daha küçük cam kaplara yerleştirmek. Bu işlem için önceden evinizde hazır bulunan boş kavanozlar ideal olabilir. Bu noktada yoğurdunuzun en etkili biçimde oluşabilmesi için mayalanan süt karışımınızın sıcaklığının muhafaza edilmesi çok önemli. Bunun için karışımınızı yerleştirdiğiniz kavanozların üstünü evinizdeki herhangi bir havlu veya battaniye ile örtebilirsiniz. Sıcaklığın korunmasında bir diğer etkili yöntem, cam kavanozlarınızı, içini 42-44 civarında ısıtılmış su ile doldurduğunuz daha büyük bir kaba yerleştirerek üzerini iyice örtmek.

Toplamda 10 dakikanızı alacak bu işlem sonrasında 3-4 saat mümkün oldukça sabit ısıda beklettiğiniz karışımınızın yoğurt halini aldığını göreceksiniz. Bekleme süreci tamamlandığında, önceden örttüğünüz yoğurtlarınızın üzerini açabilir, buz dolabına yerleştirmeden 1 saat dışarıda dinlendirebilirsiniz. Yoğurdunuzun tadının daha tatlı olması için 3-4 saat, biraz daha ekşi olması için 6-7 saat üzeri kapalı biçimde bekletebilir, bu işlem tamamlandıktan sonra iyice kıvam alması için 8-12 saat arası buzdolabında dinlendirip servis yapabilirsiniz. Hazırlandıktan sonra içerisindeki yararlı bakterilerin devamı için mutlaka buzdolabında saklanması ve mümkün olan en fazla yararı sağlaması için yoğurdunuzun çok bekletilmeden taze haliyle tüketilmesi gerekiyor.


Çise Ünlüer (1 Aralık 2013)
ciseunluer@gmail.com

11/22/2013

Yenilenen Etiyopya



Doğu Afrika’da büyük bir yer kaplayan Etiyopya, ya da resmi adıyla Etiyopya Federal Demokratik Cumhuriyeti, komşuları Sudan, Güney Sudan, Somali, Kenya ve Uganda’yı gölgede bırakacak bir girişimle yenilenebilir enerji sektöründe karşımıza çıkıyor.

Afrika, tezatların uç noktalarda olduğu yerleşim yerleri ile dikkat çekiyor... Bazı bölgelerde zengin altyapı yatırımlarıyla dolu parlak şehir ışıkları göz alırken, diğer bölgeler sıcak Afrika güneşinde kızaran kırsal yaşamın sunduğu sınırlı şartlarda hayat mücadelesi veren insanlara tanık oluyor. Ancak bu fark, geleceğin yenilenebilir enerjide olduğunun farkına varan Afrika ülkelerinin, bu alanda dünyanın geri kalanı ile yarışacak girişimler yapmasını engellemiyor.

Bugün esas konumuz, Afrika’nın genel enerji üretimine büyük katkı koyacak, farklı topluluklar arası eşitliği destekleyecek, ve sürdürülebilir yaşam girişimlerine örnek teşkil edecek bir girişim. Doksan milyondan fazla insanın yaşadığı, son 10 yılda ekonomisi senede avaraj 8-10% oranında büyüyen Etiyopya, Afrika’nın en büyük rüzgar çiftliğini oluşturarak 120 megawatt’lık bir girişimle Mekelle şehrinin 18 kilometre dışında bulunan Ashegoda Wind Farm’ı halkın kullanımına açıyor.

Ancak ülkenin yenilenebilir enerji alanındaki tek girişimi rüzgar enerjisi ile sınırlı değil. Etiyopya, yakın tarihte yeni bir 1000 megawatt’lık jeotermal enerji tesisi kurmayı, ve böylece jeotermal enerji alanında da Afrika’nın bügune kadar inşa edilmiş en büyük tesisini kullanıma sunmayı planlıyor. Yenilenebilir enerji alanındaki bu girişimleri ışığında Etiyopya çoğu alanda yaşanan kaynak sıkıntılarından kurtulmuş, bereketli, ve aynı zamanda yeşil bir Afrika vizyonuna doğru büyüyen ekonomisi ve eskiye göre daha dengeli yönetimi ile emin adımlarla ilerliyor.

Özellikle büyük imalat sanayisine rağmen sınırlı bir çevre duyarlılığı gösteren Çin’de son zamanlarda göze batan hava kirliliği kaynaklı sağlık sorunlarını yaşamak istemeyen insanlar, artık kömür ve fosil yakıtlarla çalışan elektrik santrallerinden uzak durmakta kararlı! Bu alanda tecrübeli olan Avrupa ülkelerinin yenilenebilir enerji sektöründe yaptıkları büyük girişimler sayesinde maliyeti her gün biraz daha düşen rüzgar enerjisi, artık kömürden elde edilen enerjiye kıyasla daha hesaplı, ve dolayısı ile daha yaygın.

Etiyopya, rüzgar enerjisinin yanında hidroelektrik ve jeotermal enerji alanlarında yaptığı girişimlerle atmosfere yaydığı karbondioksit miktarı ile aynı miktarda karbondioksiti ortadan kaldırarak 2025 yılına kadar karbon-nötr statüsüne erişmeyi ve bu şekilde Afrika’daki diğer ülkelere örnek olmayı planlıyor. Tabii bu yolda bazı zorluklarla karşılaşmak kaçınılmaz. Örneğin, rüzgar ve diğer yenilenebilir enerji kaynaklarından elde edilen elektriğin, hayatlarını sürdürebilmek için bu enerjiye gerçekten ihtiyacı olan halka ulaştırılması düşünüldüğü kadar kolay değil. Bugün halkının yüzde yetmiş yedi (77%)’sinin kesintisiz elektriğe ulaşımı olmamasına rağmen, Etiyopya yönetimi ürettiği elektriğin büyük bir kısmını çevredeki komşu ülkelere satmayı planlıyor. Ancak bu durumun yaratacağı eşitsizliğin farkında olan devlet, bir yandan da kendi halkını mümkün oldukça elektrik şebekesine bağlamanın yollarını araştırıyor. Yenilenebilir enerji alanında yapılan yeni yatırımlardan elde edilecek gelirin bu yolda yardımcı olacağına kesin gözle bakılıyor.

Bu noktada insan sormadan edemiyor... Hayatın birçok farklı alanında bugün aklımıza gelmeyecek sorunlarla savaşan Afrika halkının tüm zorluklara rağmen başlattığı yenilenebilir enerji girişimlerini gerçekleştirmeye çekinen veya mevcut tüm kaynaklarını hala daha fosil yakıtların kullanımını destekleyen projelere harcamakta ısrar eden diğer toplumların mazereti ne?

Hayat kalitemizi arttırmakla kalmayıp bizden sonraki nesillerin yeryüzündeki devamlılığını sağlayabilecek sürdürülebilir bir geleceğin sadece yenilenebilir enerji kaynaklarıyla mümkün olacağı gerçeğinin en yakın zamanda tüm insanlar tarafından anlaşılacağı ve bu yönde girişimlerin atılacağı günlerin yakın olması dileği ile...


Çise Ünlüer (24 Kasım 2013)
ciseunluer@gmail.com

11/09/2013

Kullanım Kolası



Yoksa siz hala kola içiyor musunuz?

Dünyada merhaba anlamına gelen “hello” kelimesinden sonra en çok bilinen ikinci kelimenin “Coca-Cola” olduğunu biliyor muydunuz?

Bunun esas nedenlerinden biri, üçüncü dünya ülkelerinin çoğunda, marketten kola satın almak, temiz içme suyuna erişmekten çok daha kolay ve ucuz! Tabii bunu elde etmek için gecesini gündüzüne katan kola şirketlerinin de hakkını vermek lazım! Kazançlarına kazanç eklemek amaçlı insanları ikna etme yolunda sınır tanımayan bu şirketler, dünyanın dört bir yanında sürdürdükleri halkla ilişkiler propagandalarına aralıksız devam ediyor. Bu çalışmaların önemli bir parçası olarak sadece insanlar için değil doğa için de gayet zehirli olan ürünlerine “çevre dostu” imajı çizmeye dursunlar, gün geçtikçe gerçek yüzlerini neden oldukları toprak, su, ve hava kirliği; temiz su kıtlığı; ve hastalıklarla göstermekten kurtulamıyorlar!

Peki vücudumuz için boyalı zehirden başka birşey olmayan bu içeceğin içerdiği asit oranının pillerdeki seviyeye gayet yakın olduğunu ve bu özelliği sayesinde temizlik işleminde bugün evinizde kullandığınız çoğu kimyasal yüklü temizlik ürününe taş çıkaracak nitelikte olduğunu biliyor muydunuz?

Kola ve benzeri asitli içeceklerin insan sağlığında neden olduğu büyük hasarları bilmiyorsanız hemen öğrenmenizde yarar var. Bu asitli içecekleri düzenli bir biçimde tüketen insanların kalp krizi ve çarpması yaşama ihtimali içmeyenlere göre yüzde elli (50%) daha fazla. Bu alanda yapılan yeni çalışmalar, kola ve diğer asitli meşrubatların sık tüketiminin rahat ve düzenli  nefas almayı zorlaştırdığını; ve astım ve kronik akciğer rahatsızlıklarına neden olduğunu gösteriyor.

Koladaki karbonatlaşma, aynı zamanda mide rahatsızlıklarına ve kemiklerde kalsiyum kaybına ortam hazırlayarak, zayıf ve kırılmaya elverişli kemiklere neden oluyor. Bugün çoğu restoran zincirinde sunulan sınırsız asitli meşrubat opsiyonu, mide asidinin yemek borusundan geçerek boğaza kadar gelmesini ve burdaki dokulara zarar vermesini anlatan asit reflüsünün ve hücre mutasyonlarının geçmiş yıllara oranla günümüzde çok daha sık yaşanmasının en büyük nedenlerinden.

Suyun pH seviyesinin 7, pillerin içindeki asitlerinkinin ise 1 olduğunu düşünecek olursak, kola türü içeceklerdeki genellikle 2.5-3 arası değişen pH seviyesi gayet korkutucu seviyelerde. Ağzımızdaki tüm dişlerin minesine zarar vermeye yetecek kadar asitli olan bu içeceklerin insan vücuduna ait olmadığını anlayan insan sayısı arttıkça, bu ürünler için her gün farklı alternatif kullanım alanları geliştiriliyor. Gelin, yakından bakalım...

İçecek menüsünün en meşhur üyesi olan kolanın kullanım alanları bitki gübrelemekten ev temizliğine kadar geniş bir çerçevede ele alınabilir. Evinizdeki tuvaleti mi temizlemek istiyorsunuz? Bir kutu kolayı klozetin içine döküp bir saat kadar bekledikten sonra sifonu çektiğinizde, koladaki asidin tuvaletteki tüm lekeleri ortadan kaldıracağını göreceksiniz. Bu noktada insan sormadan edemiyor: tuvalet temizliğinde bu kadar etkili olan bir ürünün vücudumda ne işi var?

Kolanın kullanım alanları tuvaletle sınırlı değil. Arabanızın lekelenen camını, paslanan kısımlarını, ve evinizin farklı noktalarını kolaya batırılmış kumaş, folyo, veya süngerlerle silebilir; yağ lekesi bulaşan garajınızı veya kıyafetlerinizi temizlemek için bir kutu kolayı lekeli giyeceklerin üstüne uygulayarak her zaman yıkadığınız gibi deterjanla yıkayabilirsiniz. Her iki durumda da kolanın pas ve yağlardan kurtulmanızda büyük rol oynadığını göreceksiniz.

Arabanızın makinasını temizlemek, paslanan aküsünü paslardan kurtarmak, elinizdeki madeni paraları  parlatmak, saçınıza yapışan sakızdan kurtulmak, cam tabaklardan bir türlü çıkmayan lekeleri ortadan kaldırmak, yanan tencere ve tavaların yanık yerlerini çıkarmak, mutfak ve banyonuzdaki mermer aralarını temizlemek, aylardır kullanmadığınız için belli noktalarında pas oluşan havuzunuzu pırıl pırıl yapmak, saçınızdaki boyanın rengini açmak, evinizin herhangi bir noktasından veya kıyafetlerinizden bir türlü gitmeyen kötü kokulardan kurtulmak, çok sevdiğiniz halınızdaki keçeli kalem izlerini çıkarmak, ve metallerinizin üzerinde kalmış boya izlerinden kurtulmak istiyorsanız, kola sizin arkadaşınız!

En zor pasları söken, en inatçı lekelerden kurtulan bu her-eve-lazım temizlik ürünün vücudunuza girdiği andan itibaren neden olduğu tahribatı daha fazla anlatmaya gerek var mı?


Çise Ünlüer (10 Kasım 2013)
ciseunluer@gmail.com

11/01/2013

Zerdeçal Mucizesi



O, Güney Asya'lı, zencefilgiller familyasından, sarı çiçekli, büyük yapraklı bir bitki. O, bilimselliği çok araştırılmış bir halk ilacı. O, birçok hastalığın önlenmesinde ve hatta tedavisinde önemli roller oynayan bir harika!

Zerdeçöp, safran kökü, sarıboya, zerdeçav, ve hint safranı olarak da bilinen zerdeçal, başta Pakistan, Hindistan, Çin ve Bangladeş olmak üzere Asya’nın tropik bölgelerinde yetişiyor. M.Ö. 600'den beri ilaç, baharat, ve boya olarak kullanılan zerdeçal, zencefil familyasından lifli bir bitki olan Curcuma longa bitkisinin kökünden elde ediliyor. Çok ağır olmayan aromasına karşılık keskin olan tadı, özellikle Hindistan ve Güney Asya yemeklerinde çok tercih görüyor. Zerdeçalın kullanımının sadece yemeklerle sınırlı olmadığının farkına varan Asyalılar, onu mide ve karaciğer rahatsızlıklarının tedavisinde de uyguluyor. Zerdeçalın geniş kullanım alanı bulduğu Endonezya’da halk, düğün törenleri gibi özel günlerde vücutlarını zerdeçal ile boyuyor.

Peki bugüne kadar halk ilacı olarak da bilinen ve Asya’da geçmişten beri birçok farklı rahatsızlığın giderilmesinde doğal ilaç olarak kullanılan zerdeçalın yararları neledir? Parmak şeklinde bütün olarak veya toz halde satılan zerdeçalın etken maddesi  içerisinde 1-3% oranında bulunan kurkumin (curcumin). Günde 200 mg, yani 2-4 tatlı kaşığı miktarında tüketilebilen toz zerdeçalın birçok hastalığın önlenmesinde ve hatta tedavisinde yardımcı olduğu biliniyor. Çünkü zerdeçal hem herkesin elde edebileceği kadar düşük maliyetli; hem de antienflamatuvar, antikanserojen, ve antiaterojenik özellikleri ile ilaç sektörünün en büyük rakiplerinden!

Diğer bitkilerde olduğu gibi, zerdeçalın yapı taşları, vücutta belirli organları seçerek kan yolu ile ilgili organa protein yapı taşlarına bağlanarak ilerler. Antioksidan ve antienflamatuar özelliği ile iltihapları gideren; ve üst solunum yolu enfeksiyonu, astım, bronşit, ve sinüzit gibi rahatsızlıkların ortadan kaldırılmasında kullanılan zerdeçal, vücudun farklı noktalarında meydana gelebilecek enflamasyonları geciktirebilir ve hafifletebilir özelliğe sahip. Bunlara paralel olarak, tümör hücrelerinin üremesini engellleyen ve toksik yan ürünlerini azaltan aktif maddesi curcumin, farklı kanserlerin önlenmesi ve tedavi edilmesinde olumlu sonuçlar sunuyor.

Kanserle mücadelede etkisi ispat edilmiş en önemli bitkilerden olan zerdeçalın sağlık alanında diğer kullanım alanları Alzheimer, katarakt oluşumu,  karaciğer hasarı, enfarktüs, ve felç gibi rahatsızlıkların oluşumunu yavaşlatmak ve mümkünse engellemek. Bunlar yeterli gelmediyse, bağışıklık sistemini güçlendirmede, metabolizmayı hızlandırmada, kolesterolü azaltmada, kalp hastalıklarını önlemede, hazmı kolaylaştırmada, ve sigaranın verdigi zararları önemli ölçüde azaltmasındaki katkılarından dolayı tüketilebilir.

Zerdeçalı baharat haline getirebilmek için önce bitkisinin temizlenmesi, sonra suda kaynatılıp kurutularak elde edilen sarı renkli kök saplarının öğütülmesi gerekiyor. Aklınıza gelecek her tür yemeğe eklenebilen zerdeçal baharatı, dünyanın birçok yerinde pilav ve çeşitli sebze yemeklerinde çeşni olarak kullanılıyor. Bunların en güzel örneklerinden bazıları çoğumuzun severek tükettiği hardal, fümeler, turşular, zerde, Hintlilerin sabah akşam yediği "köri" sosu, ve İspanyolların çoğu zaman deniz ürünleri de katarak hazırladıkları ünlü "paella" yemekleri.

Evde zerdeçalı yemeklerinize katmak isterseniz, işe makarna ve patates gibi yemeklerin üzerine sos olarak hazırladığınız sebzelere ekleyerek başlayabilir, pilavlarınızı zerdeçalın harika parlak sarı rengi ile renklendirebilirsiniz! Zerdeçalın bal ile karıştırılıp yenilmesi, çaylara katılarak içilmesi, veya kapsül halinde alınması da mümkündür.

Zerdeçalın kullanım alanları sadece gıda sektörüyle sınırlı değil. İpek kumaşlar ve ince derilerin boyanmasında olduğu gibi, kına yakmada da renklendirici olarak kullanılıyor. Cilt hastalıkları tedavisinde kullanımının yanında, hızlı kilo değişimlerinden vücutta oluşan çatlakları ve zamanla beliren kırışıklıkları geciktirdiğinden, cildi parlatıp temizlediğinden, ve sivilcelere iyi geldiğinden dolayı cilt temizliğinde ve tedavisinde da kullanılıyor. Bunun için evde hazırladığınız maskelere ve cilt temizleyicilerine ekleyebilir; süt, yoğurt, ve bal ile karıştırıp yüzünüz dahil vücudunuzun farklı noktalarına uygulayabilirsiniz.

Peki bu kadar farklı alanda sayısız yararı olan zerdeçal neden geç keşfedildi? Dünya genelinde yıllardır günlük hayatın parçası olan zerdeçalın sağlık üzerindeki yararlarının farkında olan Asyalılar başta olmak üzere, dünyanın farklı noktalarında çeşitli hastalıkların tedavisinde kullanılan zerdeçalın bitki kökünün geliştirilememesinin nedeni, toz formunun dışında asla işlenemeyişidir. Başka bir deyişle, doğadaki çoğu bitkilerin çayı, tentürü, eksraktı elde edilebilirken, zerdeçalda bu işlem mümkün olmadığından Osmanlı döneminde tutulan kayıtlar dahil olmak üzere zerdeçalın yukarda bahsettiğimiz özellikleri bilinen literatürlere 1900'lü yıllara kadar yansımadı. Ancak içerisindeki etken maddesi Curcumin'in keşfi ile özellikle son 20 yılda gerçekleştirilen araştırmalar, zerdeçala gereken önemi geç de olsa vermemize yardımcı oldu.

Yemeklere kattığı güzel renk ve tat yanında sağlık ve güzellik için de mutfağınızda her zaman bulunması gereken zerdeçalın hayatınıza getireceği mucizelerden yararlanmak için ne bir alternatif tıp uzmanı ne de hasta olmanız gerekir. Zerdeçalın gayet faydalı, kullanımı kolay ve ucuz bir baharat olmasından yararlanın! Dolmadan köfteye, makarnadan pilava mutfağınızda pişen her tencereye bir tatlı kaşığı ilave ederek size en uygun olan kullanım alanlarını belirleyebilir, pek bir tat değişimi yaşamadan mükemmel hastalık önleyici ve tedavi edici özelliklerinden yararlanabilirsiniz!


Çise Ünlüer (3 Kasım 2013)
ciseunluer@gmail.com

10/25/2013

Yeşil Tüketime Bakış Açımız



Türkiye Sürdürülebilirlik Akademisi, sürdürülebilir bir geleceğin ancak ekonomik, toplumsal ve çevresel alanlarda yapılacak çevre dostu girişimlerin bir araya gelmesi ile elde edileceğine inanarak bu yolda önemli çalışmalar gerçekleştiren bir sosyal girişim. Akademi, sürdürülebilir gelecek ve kalkınma için farklı sektörlerde sürdürülebilirlik dönüşümünü hızlandıracak bilgilendirme ve bilinçlendirme çalışmaları yapıyor. Gelin yakından bakalım...

Alışverişte karşımıza çıkan ürünler arasından hangilerini tercih edeceğimizi hangi kriterlere göre karar veriyoruz? Bu ürünlerden çevreci olanlarını tercih edip etmeme arasında nasıl bir düşünce planından sonra sonuca varıyoruz?

Sürdürülebilirlik Akademisi’nin tüketici davranışlarını daha yakından anlamamıza yardımcı olması için hazırladığı çalışmalardan biri, tüketicilerin yeşil tüketim alışkanlıklarını ve bu ürünlere yaklaşımını ortaya koyan Yeşil Tüketim Araştırması. 2011 yılında 15 farklı ilden 1487 kentli tüketicinin katılımı ile gerçekleştirilen çalışma, Türk tüketicilerin çevreci ürünleri satın almak istediğini ancak pahalı ve yetersiz bulduğunu gösteriyor. Esas amaç Türk tüketicisinin “çevreci tüketim” konusundaki davranışlarını, beklentilerini ve satın alma alışkanlıklarını anlamak ve bu alandaki davranışlarının ne kadar çevreci bilince dayalı olduğunu ölçmek olsa da, çalışmadan elde edilen sonuçlar gerçekten ilginç.

Yeşil Tüketim Araştırması, “yeşil ve çevre dostu ürün” denilince tüketicilerin yarısının aklına geri dönüşümlü ürünler geldiğini; tüketicilerin yüzde otuz altı (36%)’sının organik, yüzde otuz iki (32%)’sinin ise “enerji tasarruflu” ürünlerin çevre dostu olduğunu düşündüğünü belirtiyor.

Tüketiciler çevre konusunu önemsemelerine rağmen, bu konudaki düşünceleri ile davranışları büyük oranda farklılık gösteriyor. Satın alacakları ürünlerin yeşil ve çevre dostu olması gerektiğini düşünenlerin oranı yüzde yetmiş (70%)’den fazla olsa da, sıklıkla yeşil ve çevre dostu ürün satın alanlar yüzde yirmi (20%)’den az. Öte yandan tüketicilerin yüzde elli dört (54%)’ü “yeşil ve çevre dostu ürün tüketmeliyiz” fikrini destekleyerek bilinçli olduğunu vurgulasa da, hiçbir zaman çevre dostu ürün almıyor!

Bu çalışma ülkemizde yapılmasa da, halkımızı ele alan benzer bir çalışmanın çok yakın sonuçlar çıkaracağı görüşündeyim. Bu durumda sorulacak tek soru şu: Çevreyi önemseyen ve yeşil ürünlerin gerekli olduğunu düşünen Türk halkı neden iş bu ürünleri satın almaya gelince geri çekiliyor?

Esas neden istememek değil alamamak! Çünkü çevreci ürünlerin fiyatları, çevreci olmayan benzerlerine kıyasla daha yüksek. Buna göre tüketicilerin yarısından çoğu, yeşil ve çevre dostu ürünleri isteseler de yüksek fiyatlarından dolayı alamıyor. Bir diğer neden, yüzde yirmi altı (26%) tüketicinin belirttiği, çevreci ürünlerin sunduğu sınırlı çeşit olanakları. Çevre dostu ürün çeşitlerinin çok sınırlı olduğunu düşünen bu tüketici grubu, raflarda daha fazla yeşil ürün görmek istediğini belirtiyor. Son olarak yüzde yirmi (20%) tüketici ise, yeşil olduğu iddia edilen ürünlerin bu doğrultuda yeterli bilgi sunmadıklarından dolayı güvenilirliklerini sorguluyor.

Genel olarak daha çok firmanın çevre alanında yürütmeye başladığı çalışmalar ile genişleyen yeşil ürün yelpazesi, tüketicilerin bu sektöre olan güveninin artmasında büyük rol oynuyor. Yapılan çalışmalara paralel olarak artan bilinç, tüketicilerin marketteki ürünlerle ilgili daha detaylı bilgi verilmesi talebini de karşılayarak, bu sektörde ismini duyurmaya çalışan markalara iyi bir yol haritası oluşturabilecek.

Ülkemizde henüz tam anlamıyla yerleşmiş olmayan yeşil ve çevre dostu ürünlere olan talebin artması için gerekli adımlar atılmalıdır. Bu yolda geliştirilecek ürünlerin enerji tasarrufu sağlaması gerektiği görüşünde olan tüketicilerin de istekleri doğrultusunda, uygun fiyatlandırma, gerekli bilgilendirme, ve yeterli çeşitlendirme olanakları ile sürdürülebilir tüketimde önemli adımlar atmanın zamanı çoktan geldi!


Çise Ünlüer (27 Ekim 2013)
ciseunluer@gmail.com

10/18/2013

(Kırk) Yediden Yetmişe



Grönland, İzlanda, Antarktika, Alaska, ve Alpler... iklim değişikliği gerçeğinin en büyük kanıtları!

Dünyanın büyük bir kısmını kaplayan buzullar göz göre göre ortadan kayboluyor. Bu değişimleri gözlemlemek amaçlı buzul kıyılarına yerleştirilen güneş enerjisi ile çalışan fotoğraf makineleri, normal şartlarda oldukça yavaş gerçekleşen buzul hareketlerinin, iklim değişikliğine bağlı olarak çok daha hızlı gerçekleştiğini kanıtlıyor.

Buzulların bilim dünyasında nefes alan ve hareket eden varlıklar olarak değerlendirildiğini biliyor muydunuz? Kış aylarında yağan karla büyüyen, bu zamanlarda nefes alan buzullar; yaz aylarında erir ve nefes verir. Buzullar, üzerlerindeki yük ağırlaştıkça akmaya başlar ve bu şekilde hareket eder. Hareket etmeyen buz yığınları buzul olarak nitelendirilmez. Sanayileşme öncesi zamanlarda, yakınlarındaki yerleşim yerlerini tehdit ettikleri için bu noktalarda yaşayan insanların korkulu rüyası olan buzullar, yirminci yüzyılda turisterlerden rağbet görmeye başlar.

Bu alanda yıllardır toplanan veriler, dünyanın farklı noktalarının geçmişte küçük ve büyük buzul çağlarından geçmiş olduğunu gösteriyor. Bu da yer yüzündeki iklimin büyük değişimlerden geçerek çok farklı haller alabileceğini kanıtlıyor. Ancak geçmişle bugün arasındaki en büyük fark, insanların iklim değişikliğinde oynadığı büyük rol! Bugün dünyada insanlar olmasa veya iklim sadece doğanın kontrolünde olsa, birkaç bin yıl sonra yeni bir buzul çağının yaşanabileceğini biliyoruz. Ancak bizim takip ettiğimiz, ve dünyadaki tüm gaz, kömür, ve petrol gibi yakıtların atmosfere karışmasını içeren yol, buzulların eriyerek yok olmasını da beraberinde getiriyor.

Geçtiğimiz hafta, yüzde doksan beş (95%)’inden insanların sorumlu olduğu küresel ısınmanın yakın gelecekte bizi nasıl etkileyeceğine değinmiştik. Diyelim bildiğimiz gibi yaşamaya, yani yıllardır sürdürdüğümüz alışkanlıklarımızla dünyaya zarar vermeye devam ettik. Sonuç? Hızla yaklaşan bir son! Sera gazlarının önüne geçmez veya farklı girişimlerle salınım miktarlarını azaltmazsak, biyolojik ve sosyal açıdan kritik bir dönüm noktası bizi bekliyor.

Sera gazlarının atmosferdeki miktarlarının kontrolsüz bir şekilde artması ile gittikçe artan etkilerini hissettiğimiz küresel ısınmanın, insanların yoğun bir şekilde yaşadığı şehirleri yakından etkileyeceğine garanti gözle bakılıyor. İklim değişikliğine neden olan insan aktivitelerinde hiçbir gerileme sağlanmadan devam edilmesi durumunda, atmosferdeki sıcaklık artışının 21. yüzyılın ortalarında rekor seviyelere ulaşması ve dünyadaki birçok şehrin 2047’de yaşanmaz hale gelmesi bekleniyor.

Bu değişimden en çok dünyadaki tropikal bölgelerin etkileneceği öngörülüyor. En çok tehlike altında görülen şehirlerden Mexico City’de 2031’de, Jakarta ve Lagos’da 2029’da, Bogota’da ise 2033’te insan yaşamının devam etmesi çok zor bir hal alabilir. Özellikle canlıların dünyadaki varlığı üzerinde büyük etkiye sahip olan Amazonlar gibi büyük ormanlar ve milyonları besleyen balıkların yetiştiği mercanların en büyük tehlike altında olduğu belirtiliyor. Bu durumda karşılaştığımız yol ayrımında iki seçeneğimiz var: ya küresel ısınmaya adapte olacağız ya da dünyadaki varlığımızın hızla yok olmasına göz yumacağız.

İklim modellemelerinden yola çıkan bilimsel araştırmalar, yakın gelecekte yaşayacağımız fiziksel etkilerin analizini gözler önüne sunuyor. Gerçekçi bir yaklaşım benimseyen bu çalışmalar, sera gazlarının atmosfere salınım oranlarının küresel çapta yapılacak girişimlerle gerçek anlamda azalması halinde bile dünya üzerinde beklenen sıcaklık artışının ancak 25 yıl kadar ertelenebileceğine dikkat çekiyor. Bir diğer deyişle, 2047’de yaşanması beklenen kriz durumu, en fazla 2070’li yılların başına kadar geciktirilebilir. İlk bakışta çok da uzun görünmeyen bu süre, insanların iklim değişikliğinin getirilerine ayak uydurması ve dünyadaki canlı varlığının devamlılığını sağlaycak teknolojileri geliştirmesi için gayet kritik bir rol oynayabilir!

Peki bütün bunlardan çıkarmamız gereken sonuç ne? Bulunduğumuz noktada iklim değişikliği her ne kadar “kaçınılmaz” olsa da, sera gazlarını atmosfere yaymaya devam ettiğimiz her an geleceğimizden çalıyoruz. Dünyadaki varlığımızın devamı için bu alanda atılacak her çevreci adımın çözüm geliştirme yolunda bize zaman kazandıracağından, ve çok yakın gelecekte bizi bekleyen değişen iklim koşullarına uyum sağlamamıza katkı koyacağından emin olabiliriz!


Çise Ünlüer (20 Ekim 2013)
ciseunluer@gmail.com

10/06/2013

Küresel Isınma Geliyorum Der



Yoksa siz hala iklim değişikliğine inanmayanlardan mısınız?

Ya da inanıp da adım atmayanlardan?

Peki küresel ısınmanın insan kaynaklı olduğunu biliyor musunuz? Geçtiğimiz hafta İsveç'in başkenti Stockholm'de BM'ye bağlı Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli tarafından hazırlanan rapora göre küresel ısınmanın yüzde doksan beş (95%)’i insan kaynaklı!

Dünyanın farklı noktalarından yaklaşık 200 ülkeden katılımcının katkı koyduğu konferans sonrası hazırlanan rapor, birbirinden önemli sonuçlarla gerçeği yüzümüze vuruyor. Buna göre, her yıl biraz daha ısınan dünya genelinde son 100 yılda yaklaşık 0.9 derecelik bir sıcaklık artışı gözlemlendi. Bu artışın  yüzyılın sonunda 1.5 dereceye kadar çıkmasına kesin gözle bakılıyor. İlk duyulduğunda kulağa çok yüksek gelmeyen bu miktar, insanların ve diğer tüm canlıların önemli bir parçası olduğu ekosistem dengelerini alt üst etmekle kalmıyor, alışmış olduğumuz düzene büyük değişiklikler yapmayı da gerekli kılıyor.

İklim değişikliğinin esas nedeninin, insan kaynaklı sera gazı miktarlarının atmosferde gittikçe artması olduğu artık bilimsel bir gerçek. Özellikle 1750 yılından itibaren başlayan sanayi devriminden bu zamana atmosferdeki oranı yüzde kırk (40%) artan karbondioksit ve atmosferde yaklaşık 10 sene kalmakla birlikte, molekül bazında karbondioksitten 20 kez daha güçlü bir potansiyele sahip olan metan gazı iklim değişikliğine en fazla “katkı” koyan sera gazları. Bu kritik sera gazlarının kontrolsüz salınımına devam edilmesi halinde, sıcaklığın gittikçe daha hızlı artarak birçok canlı hayatını tehdit etmesi ise kaçınılmaz. Oysa uzmanlar, dünyadaki varlığımızın devamı için ısınma oranındaki artışın 2 dereceyi geçmemesi gerektiği görüşünde.

İklim uzmanları, sıcaklıkla birlikte buzulların erime oranında da hız yaşandığını belirtiyor. 1900’lü yıllara göre 7 kat daha hızlı eriyen buzulların başında gelen Grönland'da bulunan buzullar, giderek insan gözüyle farkedilecek kadar küçülen kütleleri ile yaşadığımız değişimin en büyük kanıtlarından. İnsan kaynaklı sera gazlarının hızını arttırdığı küresel ısınmanın devam etmesi halinde 2100 yılına kadar yüzde seksen beş (85%)’e kadar eriyecek olan kutuplardaki buzullar, yükselen deniz seviyelerinden artan karbondioksit ve metan gazı oranlarına kadar, küresel ısınmayı büyük ölçüde tetikleyecek.

Bu noktada esas tehlikelerden biri, kutuplarda yer alan buzun ve donmuş toprağın altında bulunan büyük miktarlarda metan yatakları ve ölü bitki örtüleri. Buzulların erimesi ile ortaya çıkacak olan bu bitki örtüleri çürüyecek ve karbondioksit ile birlikte metan gazının atmosfere yayılmasına neden olacak. Karbondioksite göre kısa dönemde kat kat daha fazla ısınmaya yol açan metan, bu konuda çalışmalar yürüten insanların uykularını kaçıracak kadar tehlikeli bir gaz.

Tabii olay sadece artan sıcaklık ve eriyen buzullarla kalmıyor. Küresel ısınmanın neden olduğu değişimlere ayak uyduramayan canlı evriminin bu yolda ne kadar zarar gördüğü, ekoloji ve evrim biyologları tarafından gözler önüne seriliyor. İnsan kaynaklı küresel ısınmanın neden olduğu evrim değişikliğinin, canlıların doğal evrim hızından 10 bin kat daha hızlı gerçekleştiğini biliyor muydunuz?

Çalışma kapsamında 500’den fazla canlı türünün genetik bilgileri ve jeolojik geçmişlerinde yaşadıkları bölgelerde görülen iklim değişiklikleri ayrı ayrı göze alınarak iklim değişikliğine uyum sağlamaları gereken evrim süreleri hesaplandı. Araştırma boyunca elde edilen sonuçlar, canlı türlerinin atmosfer sıcaklığındaki bir derecelik değişime ayak uydurması için 1 milyon yıla ihtiyaç duyduklarını gösteriyor. Buna göre, omurgalı hayvanların evrim hızının iklim değişikliğinden 10 bin kat yavaş olduğu ve bu nedenden dolayı dünya üzerindeki canlıların iklim değişikliğine ayak uydurmak konusunda başarısız olabileceği belirtiliyor.

Peki bu dünyadaki varlığımız için ne anlama geliyor? İnsan kaynaklı aktivitelerin atmosfer sıcaklığını bugünkü hızıyla arttırmaya devam etmesi halinde, insanların hayatlarını devam ettirebilmeleri için soğuk bölgelere göç etmesi zorunlu bir hal alacak. Bununla birlikte gelen artan dünya nüfusuna paralel yaşanacak kaynak savaşları ise birkaç satırda anlatılamayacak kadar yakın geleceğimizde önemli bir yer alacak. Öte yandan hızlı evrimi sağlayacak genetik yapı ve özelliklere sahip olmayan canlıların yok olma tehlikesi her gün biraz daha artacak.

Atmosferdeki miktarları gün geçtikçe artan karbondioksit ve benzeri sera gazarının iklim değişikliğine neden olduğu çoğu insan tarafından kabul edilse de buna henüz ikna olmayanlar ya da olup da adım atmaya istekli olmayanlar da yok değil. Yukarda sözü geçen BM çalışmasına göre, insan kaynaklı iklim değişikliğinin yavaşlatılması için en etkili adım, en başından sorunun en büyük nedeni olan petrol, gaz ve fosil yakıtlarının kullanımının hızlı ve etkili bir şekilde sınırlandırılması.

Küresel ısınma ile birlikte gelen iklim değişikliğinin insanlığı etkilediği ve de etkilemeye devam edeceği kaçınılmaz bir gerçek! Artık insan hayatının hangi alanlarda ve nasıl etkileneceği konusunda az çok bilgimiz var. Ancak unuttuğumuz tek nokta var: bu sorunun nedeni olduğumuz gibi çözümü de biziz!


Çise Ünlüer (6 Ekim 2013)
ciseunluer@gmail.com

9/21/2013

Geri Değil İleri Dönüşüm



Doğal kaynakların sonsuz olmadığı ve dikkatli kullanılmadıkları müddetçe yok olacaklarını göz önünde bulundurarak yola çıkan geri dönüşüm girişimi, yeniden değerlendirilme imkanı olan atıkların çeşitli fiziksel ve kimyasal işlemlerden geçirilerek ikincil hammaddeye dönüştürülmesi sonucu tekrar üretim sürecine dahil edilmesini ve bu sayede hammadeye olan ihtiyacın azaltılmasını içeriyor. Başka bir deyişle, herhangi bir şekilde kullanılarak kullanım dışı kalan geri dönüştürülebilir atık malzemelerin çeşitli geri dönüşüm yöntemleri ile hammadde olarak tekrar imalat süreçlerine kazandırılması.

Daha önce birçok kez bahsettiğimiz geri dönüşümün doğaya verdiğimiz zararı azaltmadaki etkisi tartışılmaz. Kullanılmayan eşyaların geri dönüşümüne gelmeden, satın alma eyleminden önce atılacak olan en önemli adım olan “precycling”den de bahsetmiştik. Precycling’e göre alışverişe çıkmadan önce ihtiyacımız olan ürünlerden hangisinin daha az atığa neden olacağını düşünerek işe başlıyoruz. Bu yolda, elde olan opsiyonlardan hangilerinin diğerlerine göre daha az kirlilik yaratarak çevreye olan zararı azalttığını belirlemek, alışverişte plastik torba kullanmamak için yanımızda kendi bez torba veya filemizi götürmek, ve ambalaj atığını en aza indirmek gibi adımlar atılıyor. Genel olarak bir şeyi satın alırken gerçekten ihtiyacımız olup olmadığını iyice tartmak, belki bir gün lazım olur ihtimali ile hayatımızı gereksiz ürünlerle doldurmamak precycling anlayışının temelini oluşturuyor.

Gelelim bugünkü konumuza... Precycling ve geri dönüşüm sürecinin karşılığı olan “recycling”den sonra, Türkçe’de “ileri dönüşüm” olarak geçen “upcycling”i öğrenmemizin vakti geldi de geçiyor bile. Sürdürülebilirlik kavramı ile hayatımıza giren bu üç adım – precycling, recycling, ve upcycling – bir araya geldiği zaman neden olduğumuz atık miktarını sıfırlamak ve doğal kaynaklarımızı korumak mümkün. Gelin, upcycling’i daha yakından tanıyalım...

Upcycling, kullanım sürecinin sonuna geldiğine inandığımız için atılacak durumda olan eşyaların geri dönüşüm yerine, orjinal amaçlarından farklı bir şekilde yeniden düzenlenip, çevreye zarar vermeden değer kazandırılarak tekrar kullanıma koyulmasını içeriyor. Upcycling’i geri dönüşümden farklı kılan en büyük özelliği, işlem sonrası elde edilen eşyaların kalitesinin, en az orjinal eşyanın kalitesi kadar yüksek olması. Oysa geri dönüşüm sonrası elde edilen çoğu eşya, başta kullanılan malzemeler kadar kaliteli değildir.

Örneğin, geri dönüştürülen plastik şişeler, bu işlem boyunca plastiğin içine kimysalların sızma riskinden dolayı bir sonraki kullanımlarında genellikle yiyecek ve içecek saklamada kullanılan plastik olarak değil, insan sağlığı açısından daha az teklikeli amaçlar için kullanılırlar. Ancak geri dönüşüm, bu malzemelerin eninde sonunda atık olmasını engellemek yerine, kaçınılmaz sona varmadan sadece aradaki zamanı uzatır.

Eskiyen kıyafetlerin toz bezi yapılması ve çalışma yerlerinde kullanılan beyaz kağıtların tuvalet kağıdına dönüştürülmesi işlemlerinin ortak noktası nedir? Kullanılmış eşyaların yeniden amaçlandırma yolunda daha az kalitede olan ürünlere dönüştürülmeleri! “Downcyling” adı verilen ve dönüştürülen eşyaların hızlı bir şekilde atık olmasını engelleyemediği için çok da tercih görmeyen bu işleminin tam tersi olan upcycling, malzemenin sonraki kullanımı için kalitesini bozmadan kullanıma sunduğu için atık olmasını da tamamen engelliyor.

Eşyaların karakteristik değeri bozulmadan farklı amaçlar için kullanılarak değer kazanmasına en güzel örnekler eski lastiklerin yaşam alanlarında yeşilliği sağlamada saksı olarak kullanılması, eski şarap şişesi mantarlarının yapıştırılarak banyo halısı yapılması, ve daha nice atık gıda paketlerinin vazodan çerçeveye kadar geniş bir yelpazesi olan dekoratif ürünlere ve mobilyalara dönüştürülmesi...

Bu alanda başarı gösteren şirketlerden TerraCycle, Amerika ve Avrupa’dan sonra şimdi Türkiye’de atıkları toplayarak sadece çevre bilincinin yayılmasını sağlamıyor, aynı zamanda atıkların ileri dönüşümünü mümkün kılarak insan nüfusunun artışı ile paralel olarak artan tüketimin doğa üzerindeki zararını azaltıyor. Atıkların doğada kendiliğinden bulunan bir oluşum değil, insanlar tarafından üretildiğini vurgulayan TerraCycle’a göre atık fikri üç adımda ortadan kaldırılabilir: Atıkların seçimi, toplanıp gönderilmeleri, toplanan atıklardan çözüm ve fayda üretimi. Çeşitli yiyecek ve içecek paketlerinden diş fırçası, diş macunu tüpü, diş macunu kapağı, ve diş ipi kutusu gibi ağız bakım ürünü atıklarına kadar herşeyi kabul eden şirkete, terracycle.com.tr adresinden üye olarak nakliye masrafları da dahil olmak üzere herhangi bir ücret ödemeden atık göndermek mümkün.

Özellikle geri dönüşümün tam anlamıya gerçekleşmediği ve çöp toplama sıkıntılarının sıklıkla yaşandığı ülkemizde, yaşadığınız alanlardaki çöp fikrini tamamı ile ortadan kaldırmak istiyorsanız, ileri dönüşüm girişimleri ile kendi çözümlerinizi yaratabilirsiniz! Malzeme, yani çöp hazır, tek ihtiyacınız olan biraz yaratıcılık! Onun için de internetten yararlanabilir, birbirinden zevkli ürünlerin yaratıcısı olabilrsiniz...


Çise Ünlüer (22 Eylül 2013)
ciseunluer@gmail.com

9/15/2013

Jeotermal Enerji



Yenilenebilir enerji denince akla ilk gelen kaynaklar güneş ve rüzgar olsa da, insanoğlunun doğal yaşam sürecinin devamının sağlanmasında büyük rol oynama potansiyline sahip bir diğer enerji kaynağı da jeotermal enerjidir. Yer anlamına gelen “jeo” ile ısı anlamına gelen “termal” kelimelerinin bir araya gelmesi ile oluşan jeotermalın esas kaynağı, yer kabuğunun farklı derinliklerinde birikmiş ısının oluşturduğu, kimyasallar içeren sıcak su, buhar ve gazlardır. Bu kaynaklardan doğrudan veya dolaylı yollardan elde edilen jeotermal enerji, en temiz enerji kaynağı olarak biliniyor. Yenilenebilirlik özelliği ile gelen sürdürülebilir, tükenmez, ve çevre dostu olmasının yanında düşük maliyetli ve güvenilir olması jeotermal enerjiyi çekici kılıyor.

Jeotermal enerji, bugün dünyanın birçok yerinde elektrik enerjisi üretimi, merkezi ısıtma ve soğutma, sera ısıtması ve soğutma, proses ısı temini, çeşitli endüstriyel amaçlı işlemler, termal turizmde olmazsa olmazı kaplıcalar, mineral su üretimi, ve farklı kimyasal maddelerin ve minerallerin elde edilmesinde yaygın bir şekilde kullanılıyor. Yağmur, kar, deniz ve magma sularının yeraltındaki gözenekli ve çatlaklı kayaç kütlelerini beslemesiyle meydana gelen jeotermal rezervler, yeraltı ve reenjeksiyon koşulları devam ettiği süre yenilenebilir ve sürdürülebilir özelliklerini korur ve kısa süreli atmosfer koşullarından etkilenmez.

Jeotermal enerjinin insanlar tarafından bilinen geçmişi, M.Ö. 10000’lı yıllarda Akdeniz bölgesinde jeotermal akışkan kullanarak çanak, çömlek, cam, ve tekstil üretilmesine kadar dayanır. Romalılar ve Çinliler’in M.Ö. 1500’de doğal jeotermal kaynakları banyo, ısınma ve pişirme amaçlı olarak kullandıkları da bilinmektedir. 630 ylında Japonya’da yaygınlaşan kaplıca geleneğinden sonra 1200’lü yıllarda Avrupalıların enerji, mekan, ve su ısıtmasında jeotermal enerjiyi kullanabileceklerini keşfetmesi ile yaygınlaşır. Fransızların 1322 yılında doğal sıcak su ile evlerini ısıtmasını, 1800’lü yıllarda yerleşim birimlerinin yaygın bir şekilde ısıtılmaya başlaması takip eder. Aynı yıllarda Amerika’da kaplıca turizmi tercih görmeye başlar.

1841 yılında İtalya’nın Larderello bölgesinde yeni teknikler kullanılarak jeotermal kuyular açılmaya başlanır. Bundan yirmi yıl sonra Kaliforniya eyaletindek The Geysers bölgesindeki jeotermal kaynakları değerlendirmeye dönük tesislerin kurulması ile ABD’de hızla yaygınlaşan jeotermal enerji kullanımı, Kaliforniya ve Oregon başta olmak üzere farklı eyatlerlerde devreye sokulan yaşam alanı ısıtma sistemlerinden kaplıca merkezlerine kadar birçok farklı uygulamalarda kendini gösterir. Jeotermal enerjideki büyük potansiyelin farkına varan İtalyanlar, 1904 yılında ilk kez jeotermal buhardan elektrik üretmeyi başarır. 1930’larda İzlanda’nın büyük ölçekli merkezi ısıtma projelerini kurmaya başlamasını, İzlanda, ABD, Japonya ve Rusya'da jeotermal akışkanın üretimi ve daha sonra ilk kez süt pastörizasyonunda kullanımı takip eder. Geliştirilen teknolojilerde öncü adımlar atmaya başlayan ABD, 1945 yılında jeotermal ısıyı buzlanmaya karşı yer, hacim ve sera ısıtmacılığında; 1960’lı yıllarda da ticari elektrik üretiminde kullanmaya başlar. Ancak dünyanın ilk jeotermal elektrik santrali 1966 yılında Japonya’da kurulur.

Türkiye’de ilk jeotermal sondaj kuyusunun İzmir’de açılması 1963 yılını bulur. Bundan beş sene sonra Kızıldere, Denizli’de jeotermal alanın keşfedilmesiyle elektrik üretimi amaçlı ilk jeotermal kuyunun inşaatına başlanır. Seksenli yılların başında Türkiye'nin ilk, Avrupa'nın İtalya'dan sonra ikinci jeotermal enerji santrali, 20.4 MWe kapasiteyle yine Kızıldere’de hizmete girer. Türkiye'nin ilk jeotermal merkezi ısıtma sistemi ise 1987 yılında Balıkesir ve Kozaklı'da işleme açılır. Aynı yıllarda artık jeotermal enerjideki büyük potansiyelin farkına varan ABD’nin birçok eyaletinde, toplam kapasitesi 3000 MWe'e varan jeotermal elektrik santralleri kurulur, altın madenciliği ve mantar yetiştiriciliği gibi farklı alanlarda jeotermalden yararlanmaya başlanır. 1996’da Balçova, İzmir’de 15000 konut kapasiteli jeotermal merkezi ısıtma sisteminin devreye girmesi ile Türkiye jeotermal enerjide büyük bir adım atar. 2000 yılında tüm dünyada jeotermalden elde edilen elektrik üretiminin 8000 MWe'a, doğrudan kullanılan jeotermal kaynak miktarının 17000 MWt’a varmasında iyi bir rol oynayan Türkiye, jeotermalin elektrik dışı uygulamalarda dünyanın 5. büyük ülkesi olur. Bu noktada jeotermal enerji kaynakları açısından zenginliğinin farkına varan Türkiye, 2009 yılında ülkedeki en büyük jeotermal santral olan 47.4 MWe kapasiteli Aydın-Germencik Jeotermal Enerji Santrali'nin devreye alınmasını sağlar.

Yanma teknolojisi kullanılmadığı için sıfıra yakın emisyona neden olan; birçok farklı endüstri dahil olmak üzere sera ısıtması ve benzeri alanlarda çok amaçlı ısıtma uygulamaları için ideal şartlar sunan; rüzgar, yağmur, güneş gibi meteoroloji şartlarından bağımsız olarak kullanıma hazır bulunan; fosil enerji veya diğer yenilenebilir enerji kaynaklarına göre daha düşük maliyeti olan; arama kuyuları doğrudan üretim tesislerine dönüştürülebilen; yangın, patlama, zehirleme gibi risk faktörleri taşımadığından güvenilirlik sağlayan; diğer yenilenebilir veya fosil enerji kaynaklı türleri üretiminden farklı olarak tesis alanı ihtiyacı az olan; yerel niteliği nedeniyle ithalinin ve ihracı uluslararası kriz ve savaşlar gibi faktörlerden etkilenmeyen; kullanım rahatlığı sunan; verimli, temiz, ve çevre dostu olan jeotermal enerjinin düşündüren yanları da yok değil.

Bu alanda araştırma yapan bilim insanları, jeotermal sıvıda bulunan kimyasalların, hava, yüzey suları ve yer altı sularına karışarak insan, hayvan, ve tarımsal yaşamı riske atabileceğini öne sürüyor. Buna ek olarak, yerin derinliklerinde birikmiş ısı kaynaklarının oluşturduğu jeotermal enerjiyi elde etmek için gerçekleştirilen kazıların, çeşitli sismik sarsıntılar yarattığı da söyleniyor. Jeotermal alanlar ve çevrelerinde düşük ve orta şiddette meydana gelen depremler, enerji kaynaklarına yakın alanlar üzerindeki konut veya işyerlerinin gerekli kontrollerden geçmesi gerektiği anlamına geliyor. Buna göre, jeotermal kuyuların, etraftaki yerleşim yerleri için ısı elde edilmesi işlemine başlamadan önce en az birkaç ay test edilerek elde edilecek verilere göre kullanıma sunulması tavsiye ediliyor.


Çise Ünlüer (15 Eylül 2013)
ciseunluer@gmail.com

Şekersiz Sağlıklı Yaşam



Sağlıklı beslenmenin esas şartlarından biri hayatımızda şekere yer vermemek. Çünkü şeker gereksiz bir damak alışkanlığından öteye gitmez. Çünkü şeker zehirdir. Çünkü şeker mutlu değil hasta eder!

İki kere düşünmeden ağzımıza attığımız, hatta çocuklarımızın tüketmesine bile göz yumduğumuz şekerli draje ve sakızlar o kadar çok zararlı madde ile yüklü ki, birkaç yıl içerisinde sinir sisteminden sindirim sistemine vücuttaki birçok farklı noktaya zarar vermemeleri mucize olur. Özellikle marketlerde ödemek için kasa sırası beklerken gözümüze takıldığı için aldığımız, veya para üstü olarak verilen sakızlardan her durumda uzak durmak gerekir. Sakız çiğnemenin insan bünyesinde stresi hafifletmesi, iştah kontrolünü sağlaması, kalori yakımını desteklemesi,  tükrük salgısını arttırması ve sindirim sistemini rahatlatması gibi yararlarından faydalanmak istiyorsanız, katkısız ve doğal damla sakızlarını tercih edebilirsiniz.

Günün sonunda, tadları ne kadar çekici olursa olsun, kimse ne kendi ne de sevdiklerinin vücudunun katkı maddeleri, yapay gıda boyaları, ve türlü kimyasalla dolmasını istemez! Öncelikle, sevdiklerimize küçük yaştan itibaren en özel günlerde bile şeker yerine meyve, kızarmış yerine buharda veya fırında pişmiş yiyecekler vermekle işe başlayabilirsiniz. Unutmamak gerekir ki, çocukların doğru alışkanlıkları edinmesi için önce etrafta örnek aldıkları büyüklerin de sağlıklı beslenme alışkanlıklarını benimsemeleri gerekir.

Gününüzün büyük bir bölümü bilgisayar başında veya çoğunlukla oturarak geçiyorsa, yemek aralarında atıştırmak için tatlı veya tuzlu gıdalar yerine çalışma ortamında kolaylıkla hazırlanabilecek meyve ve sebzeleri tercih edebilirsiniz. Örneğin yıkanıp taze tüketilen kereviz veya havuç gibi sebzeler veya ülkemizde yetişen organik meyveler ara öğünler için ideal.

Vücudunuzdaki kanda dolaşan şeker miktarı arttıkça daha yaşlı göründüğünüzü biliyor muydunuz? Tüm bu girişimleriniz, size sadece sağlıklı bir bünye halinde değil, kısa sürede daha genç gözükecek bir cilt olarak da geri dönecek! Ancak sağlıklı yaşam için atılacak adımlar günlük şeker miktarının kısıtlanması ile sınırlı değil. Bu yolda günlük yaşamınızda uygulayabileceğiniz küçük ve kolay çabalar biraraya geldiği zaman büyük ve etkili değişimleri mümkün kılacak.

Yeterli ve dengeli beslenmek için her gün farkı çeşitlerden oluşan baklagiller, bol lifli tahıllar, meyve ve sebzeleri içeren öğünleri atlamadan tüketebilirsiniz. Sağlıklı yaşam ve düzenli beslenmeyi yaşam koşullarınıza uygun aktivitelerden oluşan istikrarlı bir egzersiz programı ile pekiştirebilir, vücudunuzun genç ve zinde kalabilmesi için uyku düzeninizi ayarlayabilirsiniz. Özellikle yaz aylarında popüler olan bronzlaşma isteğinden vazgeçip uzun saatler güneş ışınlarına maruz kalmamakta yarar var.

İnsan yaşamı için oksijenden sonra en önemli öğenin su olduğunu unutmadan, vücut ısınızı dengeleyen, metabolizmanın düzenli çalışmasını mümkün kılan ve vücuttan zehirli atık maddelerin atımasını sağlayan suyu günde 2-2.5 litre olacak kadar tüketin. Her gün açık havada yürüyüş yapmak, sevdiklerinizle keyifli vakitler geçirmek, hayatınızda stres yaratan yüklerden bir bir kurtulmak da sizi daha mutlu ve dolayısı ile daha sağlıklı kılacak.

Son olarak evinizde rahatlıkla hazırlayabileceğiniz ve kanser dahil farklı rahatsızlıklardan koruyarak ömrünüze ömür katacak iki farklı kürden bahsetmek istiyorum. Kürlerden ilki, bağışıklık sistemini güçlendirmesi ile bilinen ve yüksek miktarlarda C vitamini ve etkili bir antioksidan olan “likopen” içeren domates içeriyor. Kullanacağınız domateslerin mevsiminde yetiştiklerinden ve hormonsuz olduklarından emin olmakta yarar var. Önceden mutfak robotunda kabukları ile parçalanan 2 adet domatesi, 1 kaşık zeytinyağı ve önceden havanda dövülmüş bir diş sarmısakla düşük ateşte birkaç dakika ısıtarak her gün tüketebilirsiniz.

İkinci kürün esas içeriği ise güçlü bir antikanser olan “sulforafan” içeren brokoli. Brokoliden en etkili şekilde yararlanmak için çiğ olarak, olmazsa da haşlamak yerine kısa süre buharda pişirilerek tüketilmesi tavsiye ediliyor. Kürün hazırlanması, sarmısağın önceden dövülmüş şekilde, orta boy bir brokoli ve bir limon suyu ile mutfak robotunda karıştırılmasını ve birkaç dakika bekletildikten sonra tüketilmesini içeriyor.

Çise Ünlüer (8 Eylül 2013)
ciseunluer@gmail.com

8/31/2013

En Doğru Şeker: Sıfır Şeker



Sıfır şeker derken, ‘zero’ markalı gazlı içeceklerde olduğu gibi yapay tadlandırıcılar içeren ürünlerden değil, şekerin hayatımızdan tamamen çıkmasını destekleyen girişimlerden bahsetmek istiyorum.

En doğal yiyeceklerin bile katkı maddeleri ile doldurulduğu, her gıdanın yapay versiyonunun üretildiği günümüzde, uzun ve sağlıklı bir hayat için yediklerimiz konusunda bilinçlenmek şart. Çünkü insanlar sağlığını kaybederken kazanan o kadar sektör var ki! Aspartam savunucularından kanser ilacı üreticilerine kadar giden uzun bir liste, kazançlarını mümkün olan en yüksek seviyelere çıkarmak için daha fazla insanın sağlık savaşı vermesini tercih ediyor.

Kaybolan sağlığımız üzerinden para kazanan bu kuruluşlara inat, obezite, şeker hastalığı, kalp hastalıkları, ve kanser de dahl olmak üzere birçok rahatsızlığın ortak noktası olan şekerden vazgeçmek için birkaç önerim var. Gelin yakından bakalım..

Doktorlar, sağlıklı bir yaşam için şekerin sigara gibi istikrarlı ve kararlı bir şekilde bırakılmasını öneriyor. Çünkü yaşam tarzınız ve beslenmenizde yapacağınız birkaç değişiklikle bugün milyonlarca insanı etkileyen tehlikeli hastalıkların çoğundan kurtulmak mümkün. Sağlığınız için atacağınız en etkili adım kanser hücrelerini besleyerek çoğalmalarını sağlayan standart, rafine, küp, kristal, rafine ve kahverengi şeker dahil olmak üzere tüm şekeri hemen kesmek ve bundan sonraki öğünlerinizi mevsime uygun meyve ve sebzeler çerçevesinde düzenlemek. Ancak bu noktada şunu hatırlatmakta yarar var: Meyveler iyi bir lif ve vitamin kaynağı olmalarının yanında şeker içerdiklerinden, tüketilen miktarı abartmamak gerekir. Bu doğrultuda, farklı meyvelerden oluşacak şekilde günde bir-iki porsiyon meyve yenilebilir. Öte yandan, saf şeker olan meyve sularından her zaman uzak durmakta yarar var.

Şekeri azaltmak veya tam anlamı ile hayatımızdan çıkarmak için öncelikle bu zehrin hangi ürünlerle vücudumuza girdiğini öğrenmemiz gerekir. Bunun için yiyecek detektifi olmaya hazırlanın! Yiyeceklerin içerdiği şeker ve benzeri katkı maddelerini öğrenmenin tek yolu paket üzerlerindeki etiketleri dikkatli bir şekilde incelemek. Bu yolculukta okudukça öğrenecek, öğrendikçe şeker ve karbonhidrata olan yatkınlığınızı tetikleyen yapay tatlandırıcılardan uzak durabileceksiniz. Etiketler üzerinde belirtilen toplam şeker miktarının dörtte biri, bir çay kaşığı şekere denk gelir. Bu hesabı düzenli bir şekilde tükettiğiniz tüm gıdalara yapın, her gün farketmeden onlarca kaşık şeker tükettiğinizi göreceksiniz!

Büyüklerimizin faydalı olduğunu düşünerek geçmişte çocuklarına şekerli su ve şekerli süt gibi ürünleri vermesi ile bünyemizde daha da bağımlılık yaratan şekere aslında vücudumuzun hiç ihtiyacı olmadığı bilinci ile yola çıkmalıyız. Çünkü vücudumuz, kendi şekerini yakıt olarak üretebilme potansiyeline sahip. Yağsız veya şekersiz olarak tabir edilen ve özellikle diyet yapanların tercih ettiği yiyevek ve içeceklerin, şekerin normal halinden çok daha zararlı olan farklı türleri ile yüklenmiş olduğunu unutmayın. Yiyecek alışverişine çıktığınız zaman alışveriş sepetinizi taze sebze ve meyvelerden ne kadar farklı renklerle doldurursanız o kadar sağlıklı ve dengeli bir beslenme şekli oluşturursunuz.

Bugüne kadar şekerli tüketmeye alıştığınız tüm besinleri şekersiz tüketmenin yollarını araştırın. Örneğin, çaya şeker yerine tarçın veya karanfil ekleyerek hem lezzet ve güzel bir koku elde edebilir, hem de kan şekerinizi dengeleyebilirsiniz. ‘Sağlıklı’ olarak nitelendirilen kahverengi ve ham şeker hikayelerine inanmayın çünkü vücudunuz için bunların hepsi zehirdir! Ekmek, simit, ve makarna gibi işlenmiş karbonhidrat içeren yiyeceklerin tüketimini mümkün oldukça azaltın. Çünkü bu ürünler, tüketildikleri andan itibaren vücutta şekere dönüşen ve daha sonra yağ olarak depolanan un ve benzeri malzemeler içeriyor.

Gazlı şekerli içecekler ve meyve suları yerine her zaman suyu tercih edin. Eğer bunlardan hemen vazgeçemiyorsanız su ile karıştırarak toplam alacağınız şeker miktarını biraz olsun azaltın. Kek, pasta, biskuvi gibi gıdaları ya hemen ya da istikrarlı bir şekilde azaltarak hayatınızdan çıkarın. Evde yapacağınız yemek tariflerinde şeker bulunyorsa şekeri yarı miktarda azaltarak deneyin, çoğu zaman iyi bir netice alacağınızı göreceksiniz. Kahvaltıda organik kepekli mısır gevreklerini ve vazgeçemiyorsanız tam buğday unundan yapılmış ekmekleri tercih edin.

Çünkü, mutlu olsunlar diye küçücük çocukların ellerine tutuşturulan türlü yapay madde içeren şekerlemelerden kocaman kola şişelerine kadar şeker konusundaki tavrımızı değiştirmenin zamanı geldi ve geçiyor bile!


Çise Ünlüer (1 Eylül 2013)
ciseunluer@gmail.com

8/24/2013

Dünün Kurtarıcısı Bugünün Zehiri



Neden lezzetli olduğunu düşündüğümüz çoğu şey bizim için zararlıdır?

Sofralarımızdan artık uzak tutmayı öğrenmemiz gereken şekerin adı gibi şeker bir etkisi yok aslında. Çay şekeri olarak da bilinen sükroz, glükoz ve fruktozun bir araya gelmesi ile oluşur. Glükoz bir enerji kaynağı olarak metabolik reaksiyonlar süresince hücreler tarafından kullanılırken, fruktoz değişime uğramadan ince barsaktan karaciğere yönlendirilir. Tüketilen gıdadaki miktarına bağlı olarak karaciğeri yorma ve sonrasında ciddi hastalıklara neden olma potansiyeline sahip fruktoz konusunda bilinçlenmek, sağlıklı bir yaşam için büyük önem taşır.

Şekerin vücuttaki yolculuğuna hızla bakacak olursak... Fazla şeker tüketimi kan şekerini hızla artırarak pankreasın aşırı insulin salgılamasına uygun ortamı yaratır. İnsülin, şekeri regüle ettikten sonra fazlasını vücutta yağ olarak depolar. Kan dolaşımı ile vücudun her bir noktasına taşınan şeker, vücuttaki göbek ve kalçalar gibi farklı noktalarda birikir. Dahası, şeker tüketiminden oluşan yağ asitleri, kalp ve böbrek dahil olmak üzere tüm organlarımızın yavaşlamasına neden olur. En basit diş çürümelerinden kanser ve diyabete kadar vücutta farklı rahatsızlıkları tetikleyen şeker, her durumda bağışıklık sistemini zayıflatır. Dirençsiz kalan vücut, etraftaki bakteri ve virüslere karşı yeterince etkili bir şekilde savaşamaz.

Tüm bu nedenler şekeri bırakmanıza yetmedi ise devam edelim. Günümüzde şeker tüketimi ile gelen bir başka risk genetiği değiştirilmiş mısırdan üretilen nişasta bazlı “oynanmış” şekerler. Her fırsatta tükettiğimiz çikolata, gofret, ve mısır gevrekleri gibi işlenmış gıdalarda sıklıkla kullanılan bu şekerlerin birkaç yıl sonra vücudumuzda ne gibi tahribata neden olacağı, birkaç ay önce kısa sürede vücutlarında gelişen hastalıklardan ölen fareler üzerinde yapılan deneyler sayesinde artık çok da belirsiz değil.

Peki sağlığımız için bu kadar büyük bir tehlike oluşturan şekere neden bu kadar bağımlıyız? Şeker, kana karıştığında insan beynine gönderdiği sinyallerle yediğimizden zevk almamızı sağlayan ve zamanla uyuşturucudan farksız bağımlılık yaratan bir zehir. Bu nedenle yüksek miktarlarda şeker içeren yiyeycekleri tüketirken haz alıyor, kendimizi en yorgun veya üzgün hissettiğimiz anlarda elimiz şekerli gıdalara gidiyor.

Bu durum akıllara şekerin tehlikeli olduğunu bildiğimiz halde neden bu zehri arzulamaya devam ettiğimiz sorusunu getiriyor. Bu sorunun cevabı maymunlara kadar dayanan geçmişimizde yatıyor. Milyonlarca yıl önce Afrika’nın yağmur ormanlarında yaşayan atalarımız, hayatlarına devam etmek için yıl boyunca etraftaki ağaçların doğal bir şekilde şeker içeren meyvelerini tüketir. Ancak bu düzen, birkaç milyon yıl sonra atalarımızın yaşadığı alan üzerinde soğuk bir rüzgarın esmesi ile bozulur. Denizler çekilir, buzullar genişler. Soğumanın devam etmesi ile bölgedeki tropikal meyveler yerini farklı mevsimlerde yapraklarını döken ağaçlarla dolu ormanlara bırakır.

Yıllardır meyve ağaçlarından beslenerek hayatta kalmaya alışmış atalarımız, değişen mevsimler yüzünden bir kıtlık dönemi geçirir ve yaşanan açlıkta hayatta kalabilmek, türlerinin devamını getirebilmek için mutasyona uğrar. Bu değişim sayesinde vücutlara alınan fruktoz, verimli bir şekilde işlendikten sonra fazla miktarlar vücutta yağ halini alır. Bu şekilde atalarımız, sıcak günlerin ardına gelen ve mevcut yiyecek miktarının büyük ölçüde azalmasına neden olan soğuk kış aylarında önceden vücutlarında depolamış oldukları yağ sayesinde hayatta kalmayı başarır.

Az miktarda fruktozu bir yıl boyunca vücutlarında tutarak yaşamaya devam eden maymunlardan bugüne ne değişti? İhtiyacımız olmadığı ve vücudumuzun kaldıramadığı halde miktarı gittikçe artan şeker tüketimimiz! Başka bir deyişle, zamanında hayatta kalmamızı mümkün kılarak sonsuza dek yok olmamızı engelleyen şeker, bugün sonumuzu getiriyor!

Gereğinden fazla tüketilen şeker, vücudumuza kaloriden çok daha fazlasını taşıyor: Zehir! Bugün şekere birkaç gün ara verseniz, zamanla vücudunuzun alışacağına ve dengeler oturdukça çok daha enerji dolu, sağlıklı bir bünyeye kavuşacağınıza emin olabilirsiniz! Tabii işin zor yanı tam anlamı ile hayatımıza entegre olan şekerden gerçek anlamda vazgeçmek.

Önümüzdeki hafta şekeri hayatımızdan gerçek anlamda çıkarmanın yollarına değinecek, bu yolda karşılaşacağımız zorlukları nasıl aşacağımızı öğreneceğiz...


Çise Ünlüer (25 Ağustos 2013)
ciseunluer@gmail.com

8/17/2013

Şekerin Tatsız Yüzü



Çok tatlı olmayan bir şeker hikayesi duymak ister misiniz?

Yaklaşık 10 bin yıl önce Papua Yeni Gine’de ham olarak tercih edilen şeker kamışı, yerliler tarafından işlenmeden, doğada bulunduğu haliyle kamış kısmı çiğnenerek tüketiliyordu. Geçmişte gelişen inanıçlara göre şekerin her hastalığa ilaç, her soruna çözüm sunacağı düşünülüyordu. Daha sonra Asya’ya da yayılan şeker kullanımı, Hindistan’da şekerin toz haline getirilmesi ve baş ağrısı ve mide bulantıları gibi sorunlar için ilaç olarak kullanılmasına kadar uzar. Daha sonra İran’da da popüler olan şeker, Arapların da bu alanda gelişen ilgi ve bilgisi ile gittikleri her yere yayılmasına neden olur. Şeker üretiminde kullanılan teknolojiyi geliştiren Araplar, şekere dini bir inançla bağlanarak zenginler başta olmak üzere tüm halk tarafından tüketilmesini sağlar.

1500’lerin başında şekere olan talebin tavan yapması ile tarlalarda ve üretimde çalışacak işçi arayışına düşen Araplar, o zamanlar yaşanan din savaşlarında esir düşen doğu Avrupalıları bu iş için uygun bulur. Kutsal topraklarını kafirlerden kurtarmaya gelen İngiliz ve Fransızların, Avrupa’nın şekerle tanışmasının başlangıç noktasını oluşturduğu düşünülür. Bol yağmurlu, tropikal iklimlerde yetişen şeker kamışı, Avrupa topraklarında verimli bir şekilde yetişmediğinden, Müslümanlardan satın alınarak, en başlarda sadece Avrupalı asillerin tükettiği bir baharat olarak Avrupa marketinde yerini alır. 1400’lerde Osmanlı İmparatorluğu’nun yayılmasıyla doğu ile ticarette zorluklar yaşayan şeker sever Avrupalı elitler, şekere ulaşmak için ya güney Avrupalı küçük üreticilerin eline bakacak, ya da Türkleri yenecek veya kendi şeker kaynaklarını üretmenin yollarını arayacaktı.

Şeker kamışının yetişeceği toprakların arayışında keşfe çıkan Avrupalılar, Kanarya Adaları’na kadar uzanan yolculuklarında şekerin daha kolay yetişeceği noktaları belirler. 1493 yılında Yeni Dünya’ya doğru yolculuğa çıkan Columbus’un da yanında şeker kamışı götürmesi ile rafine şekerin büyük ölçekli üretimi başlar. Bundan sonrasını hepimiz biliyoruz. Gelsin büyük şehirlerin dışına kurulan dumanlı şeker fabrikaları, toplu tüketim, şişman çocuklar, obez aileler, XXL giyim, hareket etmedikçe tembelleşen vücutlarını en kısa mesafeler için bile arabaları tercih ederek çıkmaza sürükleyen, şekerin esiri olmuş insanlar...

Gittikçe daha fazla kamışın ekilmesi ile fiyatı düşen şekerin yüzleştiği artan talebi karşılamak için şeker kamışına ayrılan tarım alanları artmaya devam eder. Ve zamanla kamış sadece zenginlerin tükettiği bir baharattan, orta sınıf ve daha sonra fakirlerin de günlük hayatına girmeyi başaran popüler bir ürün halini alır. 18. yüzyılın gelmesi ile şekerin ve köleliğin birlikteliği bütünleşir. Bunun en iyi örneklerinden olan Puerto Rico ve Trinidad gibi o yıllarda sömürülen her ada, şeker kamışı ekimi için hazırlanır. Zamanı gelince yerli ve yabancı köleler tarafından toplanan hasat, öğütüldükten sonra gemilerle gönderildiği Londra, Paris ve Amsterdam gibi büyük şehirlerde diğer ürünler karşılığı, veya Afrika’nın batı kıyılarında yeni köleler almak için satılır. İngiltere’nin 1807 yılında köle ticaretini yasaklamasına kadar milyonlarca Afrikalı kölenin uğrunda hayatını kaybettiği şeker tarlalarının kanlı geçmişi çoğu zaman görmezden gelinir.

Şeker tarlalarında çalıştırılmak için getirilen Afrikalı esirlere cehennem olan Barbados, Karayip adaları, ve Jamaika başta olmak üzere Avrupa ülkeleri tarafından sömürülen adaların korkunç gerçeği zamanla yayılır. Günahları ile yüzleşmek durumunda kalan Avrupalılar, kölelerin çektiği eziyetler karşısında sessiz kalmaz ve kanlı bir üretimle elde edilen şekeri protesto etmek için sokaklara dökülür.

Ancak zamanın petrolü olarak görülen şeker üretimini durdurmak mümkün olmaz. Tükettikçe daha da tüketmek isteyen insanların şekeri günlük hayatlarına artan miktarlarla almasıyla, yıllık şeker kamışı üretimi 1900’ların başlarında 13 milyonu aşar. Artan şeker miktarı ile gelen obezite ve kalp hastalıklarının ilk suçlusu olarak görülen yüksek doğmuş yağ oranları, zamanla yerini şekere, ve özellikle fruktoza bırakır.

Önümüzdeki hafta şeker konusunu daha derinden inceleyecek, bugün şekerin hayatımızdaki etkisini konu alacağız.


Çise Ünlüer (18 Ağustos 2013)

ciseunluer@gmail.com

8/09/2013

Plastikten Vazgeçmenin Zamanı



Her ne kadar mümkün oldukça uzak durmaya çalışsak da, ülkemizde yaz aylarında yüzleşmek durumunda kaldığımız sıcak havanın getirilerinden biri yüksek su tüketimi. Vücudumuzun ihtiyacı olan yeterli suyu elde etmenin birçok yolu varken, özellikle dışarda olduğumuz vakitlerde elimizin ilk gittiği şey şişe suyu oluyor. Hem de, karadan kumsallara çevre kirliliğinin en büyük nedenlerinden biri olan ve ne yazık ki ülkemizde henüz tam anlamıyla geri dönüşümü gerçekleşmeyen plastik şişelerde gelen, ne kadar hijyenik ve güvenilir olduğu belirsiz olan şişe suyu! Oysa şişe suyundan uzak durmak için o kadar çok nedenimiz var ki!

Sadece biraz düşünecek olursak, doğanın bize en saf, en temiz hali ile sunduğu su, tüm canlılar gibi insanların da en doğal haklarından biri. Geçmişten bugüne doğadaki birçok kaynak gibi suyu da dikkatsizce kullanan ve bencilce kirleten insanlık yüzünden bugün, bu en doğal hakkımızı bize şişeleyip satan şirketleri desteklemeye devam ediyoruz. Bu durum devam ederse, doğaya zarar verdikçe geleceklerini ellerinden aldığımız çocuklarımızın şişelenmiş temiz hava satın almaya başlamaları an meselesi! Bu duruma dur demek için, sadece marketlerde satılan plastik şişeler değil, ev ve iş yerlerine kadar getirilen plastik damacanaların içinde de hayatımıza giren içme suyuna farklı bir gözle bakmanın zamanı geldi ve geçiyor bile!

Su ihtiyacımızı gidermek istediğimizde, elimiz birçoğu laboratuarlarda hazırlanmış plastik şişe sularına her uzandığında, kendi doğal haklarımızdan vazgeçerek zaten bize ait bir kaynağa normalinden binlerce kat fazla fiyat ödemekle kalmayıp, ekolojik bir felaketi desteklediğimizi unutmamalıyız! Üstelik plastik şişelerde satılan su, şişelerin üzerine yapıştırılmış etiketlerde gösterildiği gibi üstü karlı dağlar veya şarıl şarıl akan su kaynaklarından doldurulmuyor!

Plastik şişe kullanımı, içerdikleri metalik ve diğer toksik kimyasalların vücudumuza girmesine neden oluyor. Nasıl mı? Yıllardır tekrar tekrar tehlikesini vurguladığımız Bisfenol A (BPA), özellikle plastik yiyecek ve içecek kaplarında bulunan ve doğrudan insan vücuduna girerek ciddi hastalıklara neden olan tek kimyasal değil. Plastikten yapılmış kaplarda zaman veya ısı değişimleriyle çözünmeye hazır birçok farklı kimyasaldan korunmak için birkaç basit yöntem yeterli. Öte yandan, cam veya paslanmaz çelikten yapılmış şişelere yerleştirilen suda böyle tehlikeler bulunmuyor!

Öncelikle plastik kapları sıcak veya soğuk ortamlardan, kısacası ısı değişiminden uzak tutmakta yarar var. Bu plastikte tutulan yiyeceklerin kesinlikle mikrodalga fırınlarda ısıtılmaması, ve sıcak yiyeceklerin plastik kaba konulmaması anlamına geliyor. Zamanla evde birikmiş olan tüm plastikleri hayatınızdan çıkarmak ise bu yolda atacağınız en etkili adım olacak. Buzdolabındaki tüm yiyecekleri ya cam kaplarda ya da kase kağıtlarında tutmak sebze ve meyvelerinizin daha uzun süre boyunca taze kalmasına yardımcı olmakla kalmayacak, vücudunuzu zehirden uzak tutmanıza da yaraycak!

Ülkemizde şebeke suyunun temizlik ve güvenilirliği belirsizliğini korusa da, dünyanın çoğu yerinde şişelenmiş suyun şebeke suyundan daha temiz olmadığı iyi bilinen bir gerçek! Çünkü şebeke suyu, şişe suyundan çok daha fazla denetim altından geçiyor. Tabii çeşme suyundaki zararlı boyutlardaki klor miktarını da unutmamak gerek. Ancak bunun da bir çözümü var. Klor uçucu bir madde olduğundan, üstü açık bırakılan bir kabın içerisinde dinlendirilen sudan uçup gidecektir. Şebeke suyunu daha güvenilir hale getirmenin bir diğer yöntemi olan su filtreleme sistemleri de kullanılabilir.

Plastik şişeler petrolden elde edilmekle kalmıyor, şişeleme, soğutma ve taşıma gibi tüm işlemler sırasında da petrol kullanılıyor. Nerdeyse bir milyon arabanın bir yılda kullandığı yakıtla aynı miktarda olan bu petrol kullanımı, her bir plastik su şişesinin üretimi için şişenin çeyreğini dolduracak kadar petrolun harcandığı anlamına geliyor! Bu yetmezmiş gibi plastik şişelerin üretiminde petrole ek olarak her bir şişe için üç şişe su harcanıyor! Evet yanlış duymadınız, her bir şişeye tam tamına üç şişe su harcanıyor!

Bu kadar zararlı olmalarının yanında yeterli miktarlarda geri dönüştürülmeyen plastik şişeler, erişmesi ve kullanımı kolay oldukları için tercih görüyorlar. Oysa ev veya iş yerinde akan çeşmesi bulunan herkesin, kolaylıkla yanında taşıyabieceği su kabını boşaldıkça tekrar tekrar doldurabileceği bir ortam vardır. Tabii bu noktada suyun güvenilirliği de göz önünde bulundurulmalı.

Plastikten uzak durmak için sabah akşam gelecek nesillerin devamlılığının sağlanmasında hangi adımların atılması gerektiğini düşünen bir çevreci olmanıza gerek yok. Sadece kendinizin ve sevdiklerinizin sağlığını biraz düşünüyorsanız, hayatınızdaki tüm plastikleri paslanmaz çelik veya cam olan alternatifleri ile değiştirin.


Çise Ünlüer (4 Ağustos 2013)
ciseunluer@gmail.com

7/29/2013

Yeşil Bir Tatile Hazır mısınız?



Sıcak havanın varlığını hissettirdiği yaz aylarında, günlük hayatın sorumluluklarından kısa da olsa uzaklaşmak veya uzunca bir tatil için yola çıktığınızda hem kendinizin hem de geride kalan evinizin kendi başına çevreye zarar vermediğinden nasıl emin olabilirsiniz? Gelin, birkaç basit adımla, tatile giderken arkanızda nasıl “yeşil” bir ev bırakabileceğinize ve doğayla uyumlu tatil yapmanın yöntemlerine bakalım...

Evinizin siz uzaktayken arkanızdan sizin adınıza enerji harcamaya devam ederek hem doğaya hem de cebinize zarar vermesini istemezsiniz değil mi? Yola çıkmadan yapılması gerekenlerin en başında, gereksiz enerji sarfiyatının önüne geçmek için lambalar, bilgisayar ekranları, ve su ısıtıcıları da dahil olmak üzere tüm elektrik ve gazlı aletlerin tamamı ile kapalı olduğundan emin olmak geliyor. Bu noktada, esas kaynağından, yani duvardan kapatılmamış ekran ve benzeri aletlerin elektrik tüketmeye devam ettiğini hatırlatmakta yarar var.

Gidilecek yere ulaşım, tatil planlamasının önemli unsurlarındadır. Özellikle ülke içinde bir noktayı tercih ettiyseniz, aileniz, arkadaş çevreniz, çalışma arkadaşlarınız ve komşularınız dahil olmak üzere, gideceğiniz yere veya yakınlarına seyahat etmeyi planlayan tanıdıklarınızla araba paylaşabilir, gereksiz yakıt kullanımının önüne geçebilirsiniz. Ulaşımdan bahsetmişken, yeni bir yeri keşfetmenin en güzel yolunun yürüyerek olduğunu unutmadan, gittiğiniz yerde yürüyüş ve bisiklet gibi doğa dostu araçları tercih ederek hem ulaşımınızı eğlenceli bir hale getirebilir, hem de çevreye zarar vermemiş olursunuz.

Evinizdeki tüm fişleri kapadınız ve mümkün olan en doğa dostu ulaşım metodunu kullanarak gönül rahatlığıyla tatilinizi yapacağınız noktaya vardınız. Plastik poşetlerden tek kullanımlık kaplara, özellikle tatilde ne kadar daha fazla atığa neden olduğumuzun farkında mısınız? Yanınızda tekrar tekrar kullanılabilen ve hiç ağırlığı olmayan çantalarınızı getirerek bunun önüne geçebilirsiniz. Tatil boyunca aldığınız eşyaların pakletlemelerinin çoğu zaman geri dönüştürülebilir olduğunu unutmayın. Özellikle yurtdışında sıkla görebileceğiniz geri dönüşüm noktalarına bu atıkları türlerine göre ayırarak bırakabilir, geri dönüşümlerine katkıda bulunabilirsiniz.

Kültürümüzün de bir parçası olan hediye vermek, çoğu zaman tatil sonu eve dönüş yaklaştıkça akıllarda “acaba tanıdıklara ne hediye geri götürsem” sorusunun belirmesine ve bir telaşla, gerekli gereksiz bir hediye arayışına düşülmesine neden olur. Gittiğiniz yerlerden sevdiklerinize birkaç gün içerisinde heyecanı geçecek ve çok da bir fonksiyonu olmayan süs eşyaları almak yerine daha kullanışlı ve dayanıklı hediyelere yönelebilirsiniz. Bu noktada, piller ve özellikle de tek kullanımlı piller ile çalışan aletlerden uzak durmakta yarar var. Hediye arayışı boyunca çevre dostu ürünleri tercih ederek hem çevreye, hem de geleceğe yatırım yapmış olursunuz. Aldığınız ürünleri yeni hediye kağıtlarına sarmak yerine, gittiğiniz yerin geziniz boyunca yararlandığınız kullanılmış bir haritasına, ya da o bölgedeki yerli ürün ve alışkanlıkları anlatan broşürlere sarabilir, hem yaratıcılığınızı hem de çevreye olan duyarlılığınızı gösterebilirsiniz!

Tatilden geri döndüğünüzde evinizi iyice havalandırarak siz uzaktayken eve sinen toz ve benzeri kirlilikten arındırabilirsiniz. Sadece eve geri dönüşünüzde değil tatil boyunca da kullandığınız kişisel bakım ve temizlik ürünlerinin mümkün oldukça kimyasallardan arınmış ve doğa dostu olduğundan emin olmak sağlığınıza iyi gelecek. Dolabınızda duran biraz karbonat veya sirkeyi kullanarak evde hazırlayabileceğiniz temizlik ürünleriyle harikalar yaratabileceğinizi unutmayın.

Ve gerçekten dinlenmek, günlük hayttan biraz olsun uzaklaşmak istiyorsanız, cep telefonu ve bilgisayar dahil tüm elektronik aletleri yanınızda getirip getirmemeyi bir kez daha düşünün! Acil durumlar dışında, hayatınızı saran bu elektroniklere düşündüğünüz kadar ihtiyacınız olmadığını göreceğinize eminim...


Çise Ünlüer (28 Temmuz 2013)
ciseunluer@gmail.com

7/26/2013

Tehlikenin Kod Adı: E951



Bugün sabah kahvaltısında tükettiğiniz meyvenin veya çikolatalı sütün içerdiği şeker miktarını biliyor musunuz? Peki öğlen yemeği yanında içtiğiniz kolanın? Nerdeyse hergün tükettiğiniz gıdaların içindeki zararlı kimyasallar kadar tehlikeli olan şeker konusunda gereken bilince sahip olmanın zamanı geldi!

Gıdaların içerdiği şeker miktarına çok çabuk bakacak olursak, 1 litre kola 108 gram (27 küp), 1 bardak Nesquik çikolatalı süt 29 gram (7.25 küp), 1 kutu Redbull 27 gram (6.75 küp), 1 elma 23 gram (5.75 küp), 1 porsiyon dondurma 21 gram (5.25 küp), 1 porsiyon mor üzüm 20 gram (5 küp), 1 dilim karpuz 18 gram (4.5 küp), 1 muz 17 gram (4.25 küp), 1 şeftali 15 gram (3.75 küp), 1 porsiyon çilek 7 gram (1.75 küp), 1 porsiyon mısır 5 gram (1.25 küp), 1 porsiyon havuç 4 gram (1 küp), 1 porsiyon ketçap ise 4 gram (1 küp) şeker içeriyor.

Şekerden bahsetmişken, bugün dünyanın dört bir yanında gıda ve ilaç sektöründe yaygın bir şekilde kullanılmasına rağmen sağlığımız üzerindeki büyük tehlikesinin farkında olmadığımız bir zehire dikkatinizi çekmek istiyorum: Aspartam, kod adıyla E951.

Normal sofra şekeri sükrozdan yaklaşık 200 kat daha tatlı olmasına rağmen suni bir tatlandırıcı olduğu için az kalorili olan aspartam laboratuvarda üretilen bir ürün. İçerisinde, bir tür amino asit olan ve insan vücudundaki sinir hücrelerini uyararak ölümlerine sebep olan bir toksik maddeye dönüşen aspartik asit, tüketildiği zaman metabolizmamız tarafından kanserojen bir maddeye dönüşen fenilalanin, ve yanıcı maddeler ve kaçak içki yapımında kullanılan öldürücü bir nörotoksidan olan metanol (metil alkol) bulunyor.

İçerdiği maddeleri öğrenince çok da iç acıcı duyulmayan aspartam tüketiminin neden olduğu rahatsızlıklar arasında baş ağrısı ve dönmesi, mide bulantısı, kas spazmları, nöbet, uyuşma, kilo artışı, deri döküntüsü, depresyon, yorgunluk, sinirlilik, çarpıntı, uykusuzluk, görme bozuklukları, işitme kaybı, nefes zorluğu, konuşma bozukluğu, tat kaybı, hafıza kaybı ve eklem ağrıları geliyor. Bu ürünle ilgili yapılan bilimsel çalışmalar, aspartam kullanımının beyin tümörleri, MS, Parkinson, Alzheimer, mental gerilik, doğum kusurları, farklı kanser türleri ve diyabeti de tetikleyebileceğini kanıtlıyor.

Bu kadar zararlı bir madde olmasına rağmen halen gıda katkısı olarak kullanılan aspartamın keşfedildiği 1965 yılından beri maymun ve fareler başta olmak üzere çeşitli hayvanlar üzerinde yapılan testlerde bu canlıların ya ölümüne ya da beyinlerinde tümör oluşumu veya delik açılması gibi ciddi sorunlara neden olduğu bilimsel olarak kanıtlanır. Buna rağmen, Amerika Birleşik Devletleri'nin Sağlık Bakanlığı'na bağlı Amerikan Gıda ve İlaç Dairesi (FDA)’dan onay almak için uğraşan gruplar, birbirinden yanıltıcı test sonuçları ve tutarsız bulgular ile birçok kez reddedilmelerine rağmen vazgeçmez. Gerçekleri saptırarak ve sayısız kirli politika oyunları çevirerek, 1981 yılında, o güne kadar yapılan tüm bilimsel çalışmaları görmezden gelen bir kararla aspartamın güvenli bir gıda katkı maddesi olarak kuru gıdalarda kullanılması onaylanır.

Aspartamın onayından büyük çıkarlar elde eden şirket ve bireyler burda durmaz. 30 derecelik bir ısıda çok iyi bilinen toksinler DKP (Diketopiperazin) ve formaldehite dönüştüğünü ve canlı sağlığı için büyük bir tehlike oluşturduğunun bilinmesine rağmen, 1983 yılında bu kimyasalın gazlı içeceklerde de kullanılması için onay verilir. Ve 2 yıl sonra, bugün GDO’lu yiyecekleri hayatımıza sokan Monsanto, aspartamın patentine sahip olan şirketi satın alır. Monsanto’nun zehirli çıkarları için yaptığı talepler karşılıksız kalmaz ve birkaç yıl içinde aspartam üzerindeki tüm kısıtlamalar kaldırılarak bugün markette gördüğünüz tüm gıda ve içeceklerde kullanılması onaylanır.

İnsanların kişisel çıkarları için sınır tanımadan ve bile bile milyonlarca insanı zehirlemeyi göze alması inanılmaz korkutucu bir gerçek! Bu durumda farkındalık yaratmak ve mümkün oldukça bu maddeyi içeren gıdalardan uzak durmak gerekiyor. E951 olarak da bilinen aspartam, bugün birçok ülkede satılan tadlandırıcılarda karşımıza çıkıyor. Bunların arasında yabancı ülkelerde Equal, Spoonful, NutraSweet, Canderel, ve AminoSweet; Türkiye’de ise Aspartil, Diyet-Tat, Nutra-Tat, Sanpa gibi ticari adlar altında binlerce yiyecek ve içecek geliyor.

Hayatınızı karartma potansiyeli gayet yüksek olan bu zehirden uzak durmak istiyorsanız, ki istememeniz düşünülemez, vazgeçmeniz gereken ürünlerin başında diyet kolalar da dahil olmak üzere herhangi diyet ya da şekersiz olduğu iddia edilen gazlı ve meyveli içecekler geliyor. Bunların yanında şekersiz sakızlar, nane şekerleri, şekerler, çikolatalar, kahvaltı gevrekleri, yağsız veya az yağlı meyveli ve normal yoğurtlar, hazır tatlılar, pudingler, çikolatalı veya meyveli sütler, kakaolu içecekler, dondurmalar, soslar, ketçap, reçel ve marmetlar, hazır kahveler ve bazı çaylar, kahvelere eklenen şuruplar, tatlandırılmış soğuk çaylar, tatlandırılmış sular, ve proteinli içecekler de kesinlikle içindekiler okunmadan tüketilmemesi gerekenlerin başında geliyor.

Ne yazık ki bu zehirin kullanım alanları gıda sektörü ile sınırlı değil. Ağız sağlığımız için vazgeçilmez olan çoğu diş macunları ve gargaralar da aspartam içeriyor. Riskli olan bir diğer alan ilaç sektörü. Biraz araştırınca, demir eksikliği, hamilelik, veya menopoz dönemlerinde kullanılanlar da dahil olmak üzere normal, çiğnenen veya suda eriyen vitaminler, en basit soğuk algınlığı ilaçları, balgam sökücüler, laksatifler, pastiller, migren ilaçları, antibiyotikler ve antidepresanları da içeren uzun bir aspartamlı ilaç listesi ile karşılaşıyoruz.

Sağlığınızın kontrolü elinizde olsun istiyorsanız, aspartam (E951)’den uzak durmakta yarar var. Bunun için atılacak ilk adım bu bilgiyi mümkün oldukça paylaşarak tüm halkımızda gerekli farkındalığı sağlamak ve bir sonraki market alışverişinizde gıda etiketlerini detaylı okuyarak neyin güvenli neyin zehirli olduğunu belirlemek!


Çise Ünlüer (14 Temmuz 2013)
ciseunluer@gmail.com

 
YEŞİLE DÖNÜŞ | ÇİSE ÜNLÜER | GREEN IT